Birleşik Krallık ve Amerika, son dört yılı siyasi anlamda keskin bir şekilde bölünmüş olarak geçirdi. Ancak İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri’nde göremediğimiz bir ulusal birlik duygusu ile salgına karşı mücadele ediyor.
OLIVER WISEMAN
Son dört yılda İngiltere ve Amerika’nın geçtiği siyasi süreç birbirlerinden neredeyse farksız. Sağ ve sol politik kanatlar arasında nispeten daha yumuşak, popülist milliyetçiler ve elit küreselciler arasında ise daha acı ve sert geçen çatışmalar, Brexit referandumunun ikiz devrimleri ve Donald Trump’ın yükselişiyle sonuçlandı. Bu transatlantik yankılar, İngiltere’nin Ocak ayında resmi olarak Avrupa Birliği’nden ayrılmasından sonra 2016 Brexit oylamasının yürürlüğe koyulması meselesi yüzünden ortaya çıkan ve yıllardır süre gelen kavgaların bitmesiyle kesildi.
Şimdi, bu yankılara bir son veren koronavirüs salgını, ülkelerin kaderlerinin artık birbirleriyle ilişkili olmadığını ya da belki de aslında -en azından bizim düşündüğümüz gibi- hiçbir zaman öyle olmadığını ortaya koyuyor.
Covid-19 salgınını; her iki ülkenin siyasi toplululuğunun, mecazi olarak fiziksel muayeneden geçmesine neden olan bir süreç olarak değerlendirecek olursak, şu anda başbakanı hastanede yatmakta olan ülkenin daha temiz bir sağlık raporuna sahip olduğu apaçık ortada. Koronavirüs salgını; Amerika’nın Trump döneminde geldiği kutuplaşma ve partizanlık seviyesinin din, dil, ırk, renk ayrımı yapmayan bir dış tehdit karşısında bile siyasi bir birlik ortamının oluşmasına nasıl engel olduğunu ortaya koyarken, boyutu artan sağlık krizi karşısında Brexit, sağ-sol çatışması gibi ayrıştırıcı konuların arka plana atıldığı Birleşik Krallık’ta ise en güvenilir kurumların sağlamlığını bir kez daha kanıtlamış oldu.
Geçen hafta, iki ülkenin hikayelerinin birbirlerinden ne kadar hızlı bir şekilde ayrıştığı açıkça ortaya çıktı. Pazar gecesi, Kraliçe II.Elizabeth ulusa seslendi. Bu, durumun ciddiyetini ortaya koymakla birlikte İngiltere’nin hala kaybetmediği güç ve dayanışma ruhunu insanlara tekrar hatırlatmış oldu. 93 yaşındaki Kraliçe, halkına şöyle seslendi: “Bu hastalıkla birlikte mücadele ediyoruz ve sizi temin ederim ki azimli bir şekilde birlik olursak, bu hastalığın üstesinden geleceğiz.” İngiltere’nin ulusal karakterini ve kendisinin de tanık olduğu İkinci Dünya Savaşı sırasında gösterilen büyük seferberliği hatırlatan Kraliçe şu sözlerle devam etti: ”Öz disiplin, kararlılık ve ortak his, bu ülkeyi oluşturan değerler olmaya devam etmektedir.” Bu konuşma, Başkan Trump’ın günlük bilgilendirmeleriyle o kadar tezat ki, bir noktada bunları açıklamak bile insanı rahatsız ediyor.
Saatler sonra İngiltere halkı, yaklaşık bir hafta önce Covid-19 testi pozitif çıkan başbakan Boris Johnson’un hastaneye kaldırıldığını öğrendi. Pazartesi gününe kadar sağlığı daha da kötüleşen başbakan, yoğun bakım ünitesine taşınarak oksijen tüpüne bağlandı. Bu, koronavirüs salgınının en kötü senaryosuyla savaşmaya hazır bir ülke için şok edici bir haberdi.
Şu anda yoğun bakım ünitesinden çıkmış olan ve Birleşik Krallık hükümetinin son açıklamalarına göre Westminster nehrinin karşısındaki St. Thomas Hastanesi’nde yatan ve durumu iyiye giden Johnson ile birlikte, ülkenin sağlık durumu ile politik liderinin sağlık durumu arasında bir bağ oluşmuş durumda. En kötü senaryoyu düşünmek korkutucu olsa da, bu durum politikanın temelde, son yıllarda olduğu gibi edimsel eylem ile değil, gerçek insanlar tarafından ve gerçek insanlar için kamu hizmeti ile ilgili olduğu gerçeğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Siyasi düşmanları ve her daim düşman halk figürleri, Johnson için endişe duyduklarını açıkça belirtmekteler. Kötü niyetli ve gaddarca yorumların yapıldığı siyasi tartışmalara tanık olmak neredeyse imkansız. (Bazılarına göre ise Trump’ın hasta olması durumunda bu tarz tartışmalara tanık olmak o kadar da zor olmayacak.)
Bu iyi niyet ortamı, sadece virüsün bir ürünü değil. Bu dönem, aynı zamanda İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in geçen hafta sonu partiden ayrılmasıyla aynı zamana denk geliyor. Muhalefet lideri İngiliz siyasetinin günlük işleyişinde önemli bir figür olarak öne çıkıyor. 2015 yılından bu yana, bu pozisyon, kariyeri boyunca ülkenin en önemli kurumlarının altını kazmak için mücadele eden ve partisinde anti-Semitizm zehrinin yayılmasına seyirci kalan bir kişi tarafından işgal ediliyor. Şimdi yerini aldığı kişinin öfkeyle karşı çıktığı sistemin bünyesinde çalışmış bir davacı ve eski bir başsavcı olan İşçi Partisi’nin yeni lideri Sir Keir Starmer, tam da ihtiyacı olan zamanda İngiliz kamu yaşamına istikrar getirdi.
Geçmişte birçok dünya liderinde de görüldüğü gibi, kriz dönemlerinde oy oranlarının artması olağan bir durumdur. Ancak şimdiye dek hiçbir liderin oy oranı Johnson’dan daha dramatik bir şekilde artmadı. Morning Consult tarafından (Johnson hastaneye kaldırılmadan önce) yapılan bir ankete göre başbakanın oy oranı, her ne kadar beceriksizce Avrupa’daki gibi katı önlemler almaya karar vermeden önce İngiltere’nin salgınla mücadelesinde umursamaz bir politika izlese de geçen ayın sonlarında 10 gün içinde yaklaşık 30 puan yükseldi. İngiliz halkı arasında halihazırda uygulanan korona virüs tedbirlerine verilen destek oldukça yüksek. YouGov’un anketine göre; halkın yüzde 94’ü bu tedbirleri desteklerken yalnızca yüzde 3’lük bir kesim bunlara karşı çıkmakta. Diğer bir YouGov anketine göre, İşçi Partisi seçmenlerinin büyük bir kısmı bile, Muhafazakar hükümetin salgını ya iyi ya da çok iyi idare ettiğini düşünüyor.
J.L. Partners tarafından Times (Londra merkezli) gazetesi için yapılan bir ankete göre, İngiliz sivil yaşamının yapı taşlarına verilen destek hızlı bir şekilde artmış durumda. Katılımcıların yüzde yetmiş dördü, Ulusal Sağlık Servisi olarak adlandırılan Birleşik Krallık halk sağlığı sistemi hakkında, korona virüs salgını öncesinde olduğundan daha olumlu düşündüklerini söyledi. Anket ayrıca İngilizlerin Kraliçe, hükümet ve “yerel toplulukları” hakkında salgın öncesi döneme göre daha olumlu düşüncelere sahip olduğunu ortaya koydu.
Ancak bu istatistikleri, İngiltere’de virüs ile kapsamlı bir şekilde başa çıkan bir kamu sağlığı sisteminin varlığıyla bağdaştıramayız. Çünkü hükümet, sosyal mesafe tedbirlerini uygulamaya koymakta geç kalmanın yanı sıra, test hedeflerinin de gerisinde kaldı. Salgın başlangıcında önlem alınmadan geçen günlere ilişkin tartışmalar medyada hala gündemde ve “sürü bağışıklığı” stratejisi hakkında resmi bir soruşturma yapılması muhtemel görünüyor. Ancak bu tartışmalar büyük ölçüde o anın talep ettiği ağırbaşlı ve iyi niyetli yaklaşımlarla yürütülmektedir.
Amerika Birleşik Devletlerinde ise durum çok farklı. Amerika’nın “küçük müfrezelerinin” kriz önlemleri kapsamında yürürlüğe girmesinin yanı sıra bazı valiler aldıkları önlemlerden dolayı çok sayıda övgü topladı. Kongre ise nihayetinde büyük bir kurtarma paketi üzerinde mutabık kaldı. Yine de Covid-19, ulus düzeyinde siyasi partizanlığın sebep olduğu aksaklıkları ortadan kaldırmakta ya da Amerikan vatandaşları ve kurumları arasındaki güven eksikliğini aşmakta başarısız olmuştur.
Trump’ın geçen ay, krizin ciddiyeti konusundaki fikrini yüz seksen derece değiştirmesinden sonra bile, Amerikalılar, virüs hakkında duyulan endişeler bakımından bariz bir şekilde ikiye ayrılmış durumda. Pew’ın araştırmasına göre, Cumhuriyetçilerin yüzde 52’sine kıyasla, Demokratların yüzde 78’i; salgını, ABD nüfusunun topyekün sağlığı için büyük bir tehdit olarak görüyor. Devlet düzeyinde alınan önlemler, genel olarak parti çizgilerine paralel olarak farklılık gösterdi. Cumhuriyetçi yöneticiler evde kalma emirlerini uygulamak konusunda daha isteksiz davrandılar. Monmouth tarafından sonuçları çarşamba günü yayınlanan ankete göre, Amerikalılar, Covid-19 salgınıyla mücadelede, Ulusal Alerji ve Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü müdürü Dr. Anthony Fauci’ye, diğer hükümet liderlerinden çok daha fazla güveniyor. Aynı anket, birçok Amerikan vatandaşının krizle mücadelede, devlet tarafından alınan önlemlerin yetersiz olduğunu düşündüğünü ortaya koydu. Trump’ın oy seviyesinde ilk etapta bir artış yaşansa da bu artış, diğer ülkelere kıyasla çok daha düşük kaldı ve görünüşe göre son durumda kriz öncesindeki seviyesine doğru gerilemekte.
Birleşik Krallık, salgına karşı birlik olmak konusunda Amerika’ya göre daha avantajlı durumda. Bu durumu daha az şaşırtıcı yapan unsular elbette mevcut. Monarşi gibi apolitik kurumlar, önemlerini kriz zamanında kanıtlıyor. İngiltere halkının tümünün hafızasında, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlarla yapılan savaşta ortaya çıkan topyekün seferberlik ve Blitz ruhu hala taze bir şekilde yerini koruyor. İngiltere’nin ücretsiz sağlık sistemi, kriz sırasında insanlar için bir umut ışığı oldu. Bu kurumlar, zorlu zamanlarda İngiltere’deki siyasi grupları birbirine kenetleyici roller oynadılar.
Bazı kesimlerce, İngiltere ve Amerika’daki farklı atmosferler; İngiltere’nin Ocak ayı sonunda resmi olarak AB’den ayrılarak Brexit sürecinin en çetrefilli kısmını atlatırken, Amerika’da Trump’ın başkanlığını sürdürmesi ve bölücü söylemlerine rağmen yine de seçimleri tekrar kazanma ihtimalinin yüksek olmasıyla bağdaştırılabilir. Amerika’nın yıl sonuna doğru seçimlere gidecek olması, insanlar arasındaki görüş ayrılığını arttıran bir faktör. Tabi bu durum, salgının en karanlık günlerinin İngiltere’de geçici bir ateşkes ortamı oluşmasına sebep olması olarak da yorumlanabilir.
Yine de, Covid-19 dolayısıyla gün yüzüne çıkan İngiltere ile ABD arasındaki fark, Trump-Brexit paralelliğinin yeniden değerlendirilmesini gerektirmelidir. Her ne kadar İngiltere, AB’den ayrılma kararı alarak kendini büyük bir kargaşaya sürüklese de ülkedeki kalıcı hasar, birçok kişinin iddia ettiğinin aksine o kadar da şiddetli görünmüyor. Amerika’da ise işler tam tersi yönde ilerliyor. Hiper partizanlık başkan sevdasının önüne geçmiş durumda ve görünen o ki başkan değişse bile kalıcı olmaya devam edecek. Trump Show konusunda kafaların daha da karışmasına sebep olsa da koronavirüs salgını, bizlere Amerika’nın bir adamdan daha büyük problemleri olduğunu bir kez daha hatırlatmış oldu.
Çeviri : EUROPolitika Dergisi Çeviri Ekibi
Photo: Picture in original article
Orijinal Makale: How Coronavirus Punctured the Brexit-Trump Parallels