SÖYLEŞİ
- Celil Bey merhaba, öncelikle kendinizden bahseder misiniz?
Merhaba Yusuf Bey, davetiniz için size ve tüm Euro Politika ekibine çok teşekkür ederim. Ben Celil Batur, Marmara Üniversitesi Avrupa Araştırmaları Enstitüsü’nde yüksek lisansımı bitirdikten sonra yine aynı enstitüde Avrupa Siyaseti ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda Doktora öğrencisi olarak eğitimime devam ediyorum.
- Yakın zamanda çıkan kitabınızda; günümüz aşırı sağ partilerin ideolojik tutumlarını, seçmen kitlelerinin niteliklerini ve bu partilerin başarı elde etmesine yardımcı olan etkenleri Avrupa’nın göç deneyimine bağlı olarak irdelemektesiniz. Söz konusu bu analizlerinizin yer aldığı “Mülteci Krizi ve Avrupa’da Aşırı Sağın Yükselişi” adlı kitabınıza taşıyarak yayınlama fikri nasıl ortaya çıktı?
Aslında bu söyleşiyi sizinle çok daha önce yapmayı planlıyorduk. Yine de bu söyleşinin yapılması ve sizin de bahsettiğiniz konuların yeniden değerlendirmesini yapmak önemli. Zira tüm dünyanın ana gündem maddesini Covid-19 salgını meşgul ederken, birkaç ay öncesine kadar en büyük sorunlardan biri olan bu krizin yeniden hafızalarda yer edinmesi gerektiğine inanıyorum. Yüksek lisansa başladığım dönemde -2016- en çok konuşulan, tartışılan konuların başında mülteci krizi geliyordu. Tabi bununla paralel olarak Avrupa’da aşırı sağın yükselişi ve AB’nin geleceği yine temel tartışma konularından birini oluşturuyordu. O sıralar yüksek lisans tezimi bu konular üzerinden yazmayı düşündüm ve mülteci krizi ile Avrupa’da aşırı sağ arasındaki korelasyonu araştırmaya başladım. Neticede ortaya çıkan tezin yayınlanması ve daha çok kişiye ulaşması gerektiğine inandım ve yüksek lisans tezim Nobel Akademik Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı.
- Malumunuz mülteci krizi, Aşırı Sağ’ın yükselişi ve popülizm konularında son yıllarda oldukça akademik tezler, makaleler, analizler ve kitaplar bulunmakta. En başta yüksek lisans tezinizin bu yayınlardan farkı nedir? Literatüre nasıl bir katkı sunduğunu düşünüyorsunuz?
Akademide güncel olana eğilim gösterme gibi bir durum söz konusu ki aslında bu bir yerde olması gereken. Sizin de bahsettiğiniz gibi mülteci krizinin en yoğun yaşandığı dönemde ulusal ve uluslararası alanda oldukça değerli tez, makale, kitap veya raporlar hazırlandı ve hazırlanan bu materyaller benim tezimin oluşmasına da oldukça katkı sağladı. Bahsettiğim materyaller birbirini beslerken, birbirinden benzer ve farklı yanları da söz konusuydu. Birçoğu sadece İslamofobi-İslam düşmanlığı üzerine yoğunlaşırken, birçoğu da sadece Almanya ve Fransa gibi ülkeleri ve bu ülkelerde yer alan aşırı sağ partileri incelemekteydi. Birçok materyal ise daha genel bir inceleme alanına sahipti. Benim yüksek lisans tezim özelde Almanya, Avusturya ve Hollanda üzerine yoğunlaşırken, genele baktığımızda Avrupa’nın birçok ülkesinde yer alan ve tarihsel süreçte aşırı sağın yükselişine etki eden faktörleri örnek parti ve olay üzerinden değerlendirmektedir. Yapılan değerlendirme neticesinde mülteci krizi ile Avrupa’da aşırı sağın yükselişi arasında pozitif bir korelasyon olduğu ortaya çıktı ve bu korelasyona bağlı olarak, bundan sonra çıkacak olan yeni tez, kitap, makale veya rapor için çeşitli öneriler kitapta yerini aldı.
- Sizce, Aşırı Sağ partilerin yükselişini etkileyen ve Avrupa’da göçmenlere/mültecilere karşı hoşgörüsüzlüğün altında yatan etkenler nelerdir?
İdeolojik olarak bakıldığında Soğuk Savaş öncesi dönemde yer alan ASPler, ultra milliyetçi, hiyerarşik bir biçimde lider kültü etrafında organize edilmiş, şiddet ve paramiliter eylemler ile herhangi bir sınırlama olmaksızın düşmanları yenmeyi hedefleyen siyasal bir ideolojiye sahip olmuş ve İki Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasına yol açmıştır. 1980’lerden itibaren konjonktürel gelişmelerin de etkisiyle, ideolojik olarak bir değişim sürecine giren ASP’ler, geleneksel faşizm ve Nazizm ile bağlantıları reddederek, yabancı düşmanlığı, çok-kültürlülük ve göçmen karşıtlığı, küreselleşme, AB karşıtlığı, İslam düşmanlığını parti programlarının odak noktası hâline getirmişlerdir. Avrupa’da göçmenlere/mültecilere karşı hoşgörüsüzlüğün altında yatan etkenleri anlamak için Soğuk Savaş öncesi ve sonrası dönem gelişmelerini ve Avrupa devletlerinin göç deneyimini anlamak gerekiyor. Soğuk Savaş öncesi dönemde faşist partilerin başarı kazanması, dönemin benzersiz şartları ile (devrimsel komünizmin varlığı, Birinci Dünya Savaşı sırasında kitlelerin millileştirilmesi ve kapitalizmin ekonomik çöküşü) ilgiliydi. Ancak savaş sonrası dönemin şartları farklı olmuştur. Liberal demokrasi büyük ölçüde kabul görmüş, refah seviyesi yükselmiş, militarizm ve emperyalizm önemini kaybetmiş ve devrimsel milliyetçilik, savaş, yıkım ve soykırım ile anılmaya başlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Avrupa devletleri, sosyal ve siyasal anlamda istikrarlı bir dönem yaşamıştır. Ekonominin gelişmesi, bireysel refah artışı ve refah devletinin genişlemesi, sosyal ve siyasi istikrara katkıda bulunmuştur. Batı Avrupa’daki güçlü ekonomik gelişmeler, bu dönemde toplumsal gerilimin düşük seviyede kalmasını da sağlamıştır. Bu nedenle, aşırı sağ partilere olan destek marjinal düzeyde kalmış ve bu partilerin çoğu siyasi arenanın dışında yer almıştır. Biyolojik temelli ırkçılık, antisemitizm, Nazizm ya da faşizm ile ilgili herhangi bir şey halk tarafından desteklenmemiş, yalnızca marjinal bir kesimin desteğini alabilmiştir. Bu dönemde yaşanan ekonomik gelişmeye bağlı olarak, iş gücü açığı meydana gelmiş ve Batı Avrupa ülkeleri, Akdeniz ülkelerinden ve eski sömürgelerden getirilen işçilerle bu açığı kapatmaya çalışmışlardır. Bu dönemde, göçün siyasi ve sosyal anlamda gerekli ve genel olarak ekonomik refahın yüksek olması nedeniyle toplumda memnuniyetsizlik ve buna bağlı olarak göçmen karşıtlığı oluşmamıştır. Fakat 1970’lerden itibaren petrol krizine bağlı olarak Avrupa ülkelerinin ekonomilerinde istikrarsızlık, gerileme ve yüksek düzeyde işsizlik gibi sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ayrıca, geçici oldukları düşünülen göçmenlerin kalıcı oldukları anlaşılır hâle geldiğinde göç, pek çok devlet tarafından siyasallaştırılmaya başlanmıştır. Göçün sosyal etkileriyle birlikte, ekonomik sorunlar, işsizlik ve suç oranlarındaki artış, ana akım partilerin bu sorunlara çözüm bulma noktasında başarısız olması, seçmenlerin ana akım partilere güvensizlik duymasına neden olmuş ve politik memnuniyetsizlik ortaya çıkmıştır. 1973 petrol krizine bağlı olarak yaşanan gelişmeler, göç akışının niteliğini ve yapısını değiştirdiği gibi, Avrupa’da göçmenlere yönelik bakış açısının değişmesine de neden olmuştur. Örneğin, 1973 yılından önce “misafir işçi” olarak kabul edilenler, 1973 yılından itibaren “yabancı” (başka ülke vatandaşı) olarak tanımlanmışlardır. 1970’lerin sonuna gelindiğinde ise göçmenler “öteki” olarak nitelendirilmiştir. Bu dönemden itibaren, Avrupa’nın birçok ülkesinde ASP’ler sistematik olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu partilerin birçoğu, seçim desteği alarak siyasi temsil hakkı kazanmaya başlamıştır. Bu partiler, göç meselelerini odak noktası hâline getirerek, göçün sınırlandırılmasını istemişlerdir. Aynı zamanda çok-kültürlü toplum modeline karşı çıkarak hem merkez sağ hem de merkez sol partilerin seçmenlerini kendi taraflarına çekmeye çalışmışlardır. Bu döngü Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı kriz dönemlerinde devam etmiştir.
- Söz konusu tespitlerinizden yola çıkarsak tarihsel süreçte AB’nin karşı kaldığı kriz dönemleri, aşırı sağ partiler açısından nasıl bir hareket alanı yaratmıştır?
ASP’lerin göçmen karşıtlığı yeni bir durum değildir. Avrupa’nın göç deneyimine bağlı olarak tarihsel bir sürecin sonucunda meydana gelmiştir. Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı kriz dönemleri ise göçmen karşıtlığını körükleyen önemli dönüm noktaları olmuşlardır. Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı kriz dönemlerinde aşırı sağın yükselişe geçtiği gözlemlemek mümkün. Bakıldığında, sömürgecilik sonrası dönemde iş gücü piyasasının kademeli bir biçimde uluslararasılaşmasının bir etkisi olarak geliştirilen göç modelleri ve küreselleşmeyle bağlantılı gelişmelere bağlı olarak, göç kabul eden ülkelerde göçmenler, iş ve kamu hizmetlerinde rakip olarak görülmüşlerdir. Bu durum, göçmenlere yönelik tepkilere ve devletin kendi vatandaşlarını yabancılara karşı daha iyi korunmasını talep eden sosyal ve politik bir iklimin oluşması sonucunu doğurmuştur. Özellikle, ASP’ler tarafından, Avrupa’da nüfusun önemli bir kesimini oluşturan göçmenler, ötekileştirilmeye başlanmış ve buna bağlı olarak bu partiler, kendilerini küreselleşmenin olumsuz yanlarını tecrübe eden insanların temsilcisi olarak görmüşlerdir. Böyle bir ortamda, ana akım partiler, aşırı sağın yükselişini etkileyen faktörleri inceleyip, seçmenlerin ASP’lere neden yöneldiğini araştırmak yerine, bu partileri Soğuk Savaş öncesi dönemdeki faşizmle ilişkilendirerek, marjinalleştirmeyi tercih etmişlerdir. Ancak, ASP’ler ideolojik olarak bir değişim sürecine ve göç konusunu siyasi malzeme hâline getirerek meşru zeminde kendilerine yer edinmeyi başarmışlardır. Bu noktada küreselleşmenin aşırı sağ üzerindeki etkisini belirtmekte yarar vardır. Küreselleşmenin beraberinde getirdiği siyasi, ekonomik ve kültürel sorunlar çoğu zaman birbiriyle bağlantılı bir şekilde gelişmiştir. Siyasal alandaki etkilere bakıldığında, AB gibi ulus üstü yapılanmaların oluşturulmasıyla birlikte ulus devletin işlev ve yetkilerinde daralma meydana geldiği görülmektedir. ASP’ler ve Avrupa vatandaşları tarafından ulusal egemenliğin sınırlandırıldığı, yetki alanlarına müdahale edildiği izlenimine neden olmuştur. Bu durum, AB karşıtlığının oluşması sonucunu doğurmuştur. Kültürel etkilere bakıldığında, Avrupa toplumları, göçmenlerin gelmesiyle birlikte farklı kültür, etnik ve dine mensup gruplarla bir arada yaşamayı deneyimledikleri görülmektedir. Farklı kültür, etnik ve dini grupların bir arada yaşaması, kültürel çatışmaların yaşanmasına; yerel halkın, kendi kültürünü, etnik yapısını ve dinini, diğer kültürlerden ve dinlerden üstün görmesine neden olmuştur. Ekonomik etkilere bakıldığında ise, işsizliğin arttığı dönemlerde, göçmenlerin yerel halk tarafından suçlandığı görülmektedir. Ekonomik göstergelerin olumlu olduğu durumlarda göçmenler sorun olarak değerlendirilmezken, durgunluk ya da gerileme dönemlerinde göçmenler refah devleti üzerinde “yük” olarak görülmeye başlanmıştır. Böylece, küreselleşmenin beraberinde getirdiği problemler, ASP’lerin seçimlerde hareket alanını genişleten bir fırsat yaratmıştır. Sadece küreselleşme değil 11 Eylül saldırıları ve devamında meydana gelen terör saldırıları aşırı sağın hareket alanını genişletmesi sonucunu doğurmuştur. Özellikle, 11 Eylül 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a gerçekleştirilen terör saldırıları, Avrupa’daki göçmen karşıtı eğilimleri farklı bir boyuta taşımıştır. Saldırıları gerçekleştiren radikal grubun Müslüman olması, Avrupa’daki Müslüman kökenli göçmenler açısından durumu daha karmaşık hâle getirmiş ve İslamofobik tutumları ciddi derecede etkilemiştir. 11 Eylül ve devamında meydana gelen 2004 Madrid ve 2005 Londra saldırılarının yanında, Mayıs 2014 ve Mart 2016’da Brüksel, Ocak 2015’te Paris’teki Charlie Hebdo, Kasım 2015’te Paris’te Fransa Stadı’na (Stade de France) yapılan saldırı, Temmuz 2016’da Fransa Ulusal Günü’nde yapılan Nice saldırısı, Ocak 2016 ve Ocak 2017’de İstanbul, Ağustos 2017’deki Barcelona saldırısı gibi birçok saldırı Avrupa’daki İslamofobik söylemlerin artmasına neden olmuştur. Birçok ASP, İslam karşıtlığı ve Müslüman göçmenler ile ilgili ötekileştirici söylemleri programlarında ve kampanyalarında daha fazla kullanmaya başlamışlardır. Bununla birlikte, 2008 küresel finansal kriz gibi dönemler de aşırı sağın hareket alanını genişletmesi sonucunu doğurmuştur. Az önce de ifade ettiğim gibi ekonominin durgunlaşmaya ve gerilemeye başladığı durumlarda göçmenler “yük” olarak görülmekte ve ASP’ler tarafından dışlayıcı söylemin merkezine oturtulmaktadırlar. Ekonomik durgunluğun yaşandığı böyle dönemlerde, seçmenlerin ASP’lere oy verme eğilimi daha fazla olmaktadır.
- Mülteci krizinin zirveye ulaştığı 2015 yılında gerek AB düzeyinde gerekse ülkeler düzeyinde soruna çözüm bulunamamıştır. Siz çalışmanızda Almanya, Avusturya, Hollanda ve bu ülkelerde bulunan ASP’leri (AfD, FPÖ ve PVV) incelemişsiniz. Bu doğrultuda mülteci krizinin Avrupa’da aşırı sağa yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çalışmamın özellikle son bölümünde mülteci krizinin Avrupa’da aşırı sağın yükselmesini etkileyip etkilemediğini inceledim. Kitapta mülteci krizinin derinliğini ortaya koyan rakamlar mevcut. Bu kriz AB’nin uzun zamandır karşı karşıya kaldığı en önemli sorunların başında geliyor. Buna karşılık mülteci krizinin yaşandığı dönemde Avrupa ülkeleri ne yazık ki tutarlı bir yaklaşım sergileyememiştir. Almanya, krizin çözümüne yönelik olarak, diğer ülkelere göre ön plana çıkmış ve Euro krizinde olduğu gibi lider bir rol üstlenmiştir. Mülteci kriziyle birlikte Almanya diğer ülkelere göre açık bir farkla en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke olmuştur. Almanya’nın bu yaklaşımı hem iç hem de dış siyasette önemli etkiler yaratmıştır. Avusturya ve Hollanda ise mülteci krizinden etkilenen diğer ülkelerden farklı bir yaklaşım sergileyememiştir. Mülteci krizinin mevcut ülkeleri etkilemeye başlamasıyla birlikte krize verilen ortak tepki, katı sınır kontrolleri, sığınma politikaları ve sığınmacı karşıtı yasaların çıkarılması olmuştur. Bu durum, ülkelerin krize yönelik yaklaşımlarında mülteciliğin asıl gerçeklerini göz ardı ettikleri sonucunu doğurmuştur. Mülteci krizi, son dönemlerde Avrupa’da çoğu şeyi temelden değiştirmiştir. Öyle ki, Schengen krizinde olduğu gibi AB tasarruflarının yeniden değerlendirilmesine sebep olmuştur. Ayrıca, ülkelerin krize yönelik yaklaşımları, AB’nin insan hakları, çok-kültürlü toplum ve İkinci Dünya Savaşı sonrası inşa edilen mülteci hakları gibi değerlerin tartışılmasına yol açmıştır. Üstelik, Brexit örneğinde olduğu gibi AB’nin geleceği de tartışma konusu olmuştur. Mülteci krizi, Avrupa’da siyasi dengeleri değiştirdiği gibi toplumda milliyetçi tepkilerin yükselmesine de neden olmuştur. ASP’lerin parti programları, lider söylemleri ve seçim kampanyalarında, ülkelerinde yaşanan olumsuzluklardan göçmenlerin sorumlu tutuldukları gözlemlenmiştir. AfD, mülteci krizinin yaşandığı dönemde temel odak noktasını ekonomik konulardan, kimlik konusuna yönlendirerek, mültecileri, çok-kültürlü toplum yapısını ve İslam’ı, Alman değerleri ve kültürü açısından tehlike olarak görmüştür. Almanya’nın mülteci krizine yönelik yaklaşımı, AfD’nin göç karşıtı söylemini güçlendirmiş ve göçün sınırlandırılmasını isteyen seçmenlerin AfD’ye destek olmasına neden olmuştur. AfD’nin, Alman meclisinde yer alması, Alman aşırı sağı için bir dönüm noktası niteliğindedir. Bu da mülteci krizinin Alman siyaseti üzerindeki etkisini göstermektedir. FPÖ açısından göçün siyasallaştırılması yeni bir olgu değildir. FPÖ’nün uzun yıllar boyunca Avusturya siyasetinin bir parçası olması, Avusturya’nın göç politikalarını etkilemiştir. Bu durum, mülteci krizinde de kendisini göstermiştir. Mülteci krizinin yaşandığı dönemde FPÖ, açık bir şekilde göç karşıtı bir yaklaşım sergilemiştir. Çok-kültürlü toplum modelini reddetmek, “Avusturya bir göç ülkesi değildir” ve “Önce Avusturya”, bu yaklaşımda öne çıkan söylemler olmuştur. Bununla birlikte, Hristiyan değerlerini korumak ve İslam karşıtlığı FPÖ’nün parti programı, seçim kampanyaları ve lider söylemlerinde öne çıkan konular olmuştur. Avusturya seçmeninin, FPÖ’nün söylemlerine kayıtsız kalmadığı alınan seçim sonuçlarında gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, ÖVP’nin de 2017’de yapılan seçimlerde göçmen karşıtlığı üzerine kampanya yürütmesi, aşırı sağın ana akım partiler üzerindeki etkisini göstermektedir. Bu da, Avusturya açısından daha katı sınır kontrolleri, sığınma ve göç karşıtı politikalar sonucunu doğurmaktadır. Hollanda ise, 2000’li yılların başına kadar aşırı sağın etkili olmadığı bir ülke olmuştur. Ancak Pim Fortuyn ile birlikte etkili olan aşırı sağ cephe, Fortuyn sonrası boşluğa düşmüştür. Bu boşluk, Geert Wilders ile doldurulmuştur. Wilders’in seçim propagandası İslam düşmanlığı üzerine kurulmuştur. Hemen hemen her platformda İslam’a yönelik sert eleştirilerini dile getiren Wilders, Hollanda aşırı sağı için önemli hâle gelmiştir. Müslüman göçmenler başta olmak üzere, katı bir göçmen karşıtlığını savunan Wilders’in söylemi, 2017 yılında yapılan seçimlerde ana akım partilerin söylemlerini de etkilemiştir. Mülteci krizine verilen milliyetçi tepkilerin, seçim sonuçlarına yansıdığı ve Avrupa’da aşırı sağın yükselmesine neden olduğu, söz konusu bu üç ülke ve bu ülkelerde incelenen partiler üzerinde gözlemlenmiştir. Söz konusu partiler, Avrupa siyasetinin bir parçası olarak, ülke politikalarını etkileyen önemli bir bileşen hâline gelmiştir. Ayrıca, bu partilerin söylemleri ve yaklaşımları, ana akım partilerin tutumlarını etkilemeye başlamıştır. Dolayısıyla bu partiler, marjinallikten çıkıp, normalleşmeye başlamıştır. Bu durum, Avrupa siyaseti ve AB’nin geleceği için yeni ve sonuçları açısından belirsiz bir döneme girildiğinin göstergesidir.
- Çalışmanızda mülteci krizine ilişkin önerilere yer verdiğinizi ifade ettiniz. Bu önerilerinizden kısaca bahseder misiniz?
Mülteci krizi gibi çok boyutlu sorunları, Avrupa ülkelerinin tek başına çözmesi mümkün değil. Bu anlamda:
- AB düzeyinde kapsamlı politikalar geliştirilmelidir. Katı sınır kontrolleri ve sığınma karşıtı politikalar yerine, daha adil ve göçmenliğin asıl gerçeklerini göz ardı etmeyen politikalara yer verilmelidir.
- Mülteci krizinin çözümünde sivil toplum kuruluşları daha aktif rol almalıdır.
- Avrupa devletleri, mevcut nüfusunun önemli bir kısmının göçmenlerden oluştuğu gerçeğini göz ardı etmeden, hoşgörüye ve insan haklarına dayalı yaklaşımlar geliştirmelidir.
- Ana akım partiler, daha demokratik ve daha şeffaf bir yönetim anlayışı geliştirerek, seçmenler arasındaki güven bağlarını yeniden kurmalıdır.
- Göç konusunun aşırı sağ seçmeni çeken tek konu olmadığı gerçeğini göz önünde bulundurarak, ana akım partilerin aşırı sağ seçmenin korku ve endişelerini dikkate alarak, aşırı sağın yükselişini etkileyen faktörleri minimize edecek alternatif ve yapıcı çözümler üretmelidir. Bu anlamda, siyasete yabancılaşan seçmenler tekrar kazanılmalıdır.
Çok keyifli bir söyleşi oldu Celil bey…değerli vaktinizi ayırdığınız için EURO Politika dergisi adına teşekkür ederiz…
Söyleşi: Yusuf Ertuğral