By Devrim ŞAHİN
“Türkiye’nin Kıbrıs’ta Yeni Politikası ve Küresel Bölgesel Dengeler” başlıklı panel, Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Politikalar Merkezi, Euro Politika Dergisi ve Doğu Akdeniz Politika Derneği’nin işbirliği ile Merit İnternational Hotels Ana sponsorluğunda 13 Ağustos 2021 Cuma günü Merit Crystal Cove Hotel (Girne)’de gerçekleştirildi. Doğu Akdeniz’de son dönem gelişen sıcak gündem konuları mercek altına alınarak analiz edilen panelde Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Politikalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Ahmet Sözen, KKTC Eski Başbakanı Ferdi Sabit Soyer, Ulusal Birlik Partisi (UBP) Lefkoşa Milletvekili Hasan Taçoy, KKTC Eski Başbakan Yardımcısı ve Eski Dışişleri Bakanı ve Akademisyen Prof. Dr. Kudret Özersay, Diyalog Medya Grubu Genel Yayın Yönetmeni ve Gazeteci Reşat Akar, ve Emekli Büyükelçi Daryal Batıbay konuşmacı olarak katıldılar.
Oturumun moderatörlüğünü de yapan Sözen’in katılımcıları tanıtımı sonrasında, konuşmacılar enterasan bir dönemden geçildiğini ve ABD’nin nisbeten düşüşü ile birlikte Çin’in ve Rusya’nın göreceli olarak yükseldiği küresel ve Arap Baharı bölgesel gelişmeler sonrasında çok farklı sebeplerden dolayı Kıbrıslı Rumların güdümünde Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, İsrail, Mısır, Fransa ve ABD gibi aktörler çok ciddi işbirliği içine girerek Türkiye’nin karşısında bir blok oluşturduğu bir dönemde Türkiye’nin Kıbrıs’taki yeni politikasını değerlendirdiler.
Türkiye’nin Kıbrıs’taki yeni politikası
Doğu Akdeniz’de esas konunun enerji değil, jeopolitik güç dengelerinin değişmesi olduğunu vurgulayan Sözen, Türkiye’nin iki devletli çözüm dediğimiz politikaya dönüşünde bu gelişmelerin büyük önemi bulunduğunu, 2004 yılında Annan planı sonrası gelişmelerin Türk dış politika yapımcılarında bir “frustration”, yani bıkkınlık, ve Kıbrıs Türk halkında da bir hayalkırıklığı yarattığına, bilindiği gibi Crans Montana’da Anastasiadis’in masayı terk eden tarafın olmasının, hidrokarbon konusunda ise Kıbrıs Rum tarafının herhangi bir şekilde Kıbrıslı Türkler ile ortak komite bir ortak karar mekanizmasına yanaşmamasının yerelde Türk tarafının bu politika değişiminde etkili olduğunu düşündüğünü belirtti. Sözen bu politika değişiminin gerçekten geleneksel Türk dış politikasından bir kopuş mu, yoksa içinde resmi müzakere öncesi pazarlık döneminde el yükselterek Rum tarafını iki toplumlu federasyona zorlayacak taktiksel adımların da olduğu daha büyük bir stratejinin parçası mı olduğundan emin olmadığını da sözlerine ekledi. Türkiye’nin yeni ABD (Biden) yönetimiyle daha işleyebilen daha normalleşmiş bir ilişkiye doğru evriltebilirse ve AB ile olan ilişkilerini daha normal bir düzeye getirebilirse, tekrar iki toplumlu iki bölgeli federasyon tezine dönülebileceğine dikkat çeken Sözen, Batı ile ilişkilerin daha kötü bir yere evrilmesi durumunda ise bugün en azından söylemde olan iki devletli çözümden Türk tarafının kısa bir süre içerisinde çark edeceğini düşünmediğini ifade etti. Sözen, Türk tarafının pozisyonu ve Maraş konusunda yeni politikanın zamanlamasının konusunda bugün Türkiye’nin uluslararası toplum nezdindeki imajına baktığımızda yapılabilecek en yanlış zamanda yapıldığını düşündüğünü, ancak Türkiye’nin Maraş konusunda bir adım atmasının gerekli olduğunu, aksi takdirde Taşınmaz Mal Komisyonun’da ilerletilemeyen Maraş sakini Rumların başvurularının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınıp ileride Türkiye’nin binlerce davayla yüz yüze kalacağına vurgu yaptı.
Organize edilen panelin farklılıkların saygıyla tartışılması farklı görüşlerin ve farklı bakışların korkusuzca ve özgürce tartışılmasına katkı sağlaması temennisiyle konuşmasına başlayan Soyer ise, Kıbrıs Türklerinin büyük bir varoluş savaşı verdiğini ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Antlaşmalarıyla bir konum elde edildiğini, tarihte ilk defa Kıbrıs Türk halkına adanın geleceğinde eşit bir toplum statüsü verildiğini ve Türkiye’ye ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Misaki Milli sınırları dışında bir coğrafyanın geleceğini belirleme konusunda garantörlük hakkıyla bir konum verildiğini, Türkiye’nin adanın toprak bütünlüğünün ve anayasal düzeninin garantörü olduğunu, bu ilkeleri gözardı etmeye başlarsa bunun nerede duracağının kesinlikle belli olmadığı vurguladı. Eğer bu yeni politikanın taktik ise bize ne sağladını merak ettiğini ve dünyanın dört tarafında birbiri ile kavga eden BM Güvenlik Kurulu’nun (BMGK) beş daimi ülkesinin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin) en son BMGK karar tasarısında bize karşı birleştiğine işaret eden Soyer, Türk tarafının elinde çok büyük bir fırsat olduğunu, geçtiğimiz dönem BM Genel Kurul Başkanlığı’na Volkan Bozkır’ın seçildiğini ve bunun değerinin Filistin’de Gazze meselesinde kendisinin girişimleriyle Genel Kurulun toplanmasının ne kadar etkili bir diplomatik güç olduğunu yaşayarak gördüğümüzü, ancak onun bulunduğu dönemde Türk tarafının BM genel parametrelerini ve 1960 Garanti Antlaşması’nın temel ilkelerini reddederek BM’yi karşısına aldığını, bunun neresinin yeni bir politika olduğunu anlayamadığını belirtti. Soyer bu yeni politikanın Türkiye’ye çok önemli ekonomik, siyasi ve demokratik ilişkileri olduğu AB ile ilişkilerinin gelişmesine katkı sağlamadığını, kime imkan sağladığına bakıldığında Amerika’nın büyük emperyal niyetlerinin yanısıra Kıbrıs Rum Kesimi ile Yunanistan’ın diplomasi alanında Fransa, Mısır, İsrail, ve Ortadoğu ile Doğu Akdeniz ülkeleriyle ittifaklar yapmasına imkan tanıdığına işaret etti.
Soyer’in ardından sözü devralan Taçoy, Kıbrıs olaylarının ne zaman başladığına dair kendi içimizde hep tartışırken, dışarıda ise 74’ten sonrasının konuşulurken öncesinin konuşulmadığına, 2 Ağustos 1975 tarihinde BM nezdinde iki taraf arasında yapılmış olan Nüfus Mübadelesi Antlaşması ile iki taraf oluşmuş olduğunu ve 1960 Anayasa’sının içeriklerinin esas olarak orada bozulmuş olduğunu, bunun üzerine 77-79 Doruk antlaşmaları ve yakın tarihe kadar gelen sürecin yaşandığını açıkladı. Annan Planı sonrası Genel Sekreteri tarafından BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan Kofi Annan Raporu’nun Güvenlik Konseyine götürülmeyen ilk rapor olduğuna dikkat çeken Taçoy, raporda Kıbrıslı Türklerinin Annan Planı’nı destekleme kararları neticesinde dünyaya vermiş olduğu güzel mesajdan dolayı anlamı kalmayan izolasyonların ekonomik gelişmelerini engellemeyecek bir şekilde ve ayrılıkçılığa yol açmadan kaldırılmasının yer aldığını, bunun üzerine AB’nin Kıbrıslı Türklerin tanınma olmadan bir şekide pozitif yönde etkilenmelerine katkıda bulunacak olayların gündeme getirerek Mali Yardım Tüzüğü, Yeşil Hat Tüzüğü ve Direk Ticaret Tüzüğü konusunda karar ürettiklerini belirtti. Bugün yeni bir açılımdan bahsedildiğini, esasında bu açılım yeni olmadığını, 11 Şubat 2014 ortak deklarasyonunun “originators” diye geçen biri Kıbrıs Türk Devleti ve diğeri Kıbrıs Rum Devleti olan iki tane devletin neşet eden egemenlikleri (“eminates”) ile oluşan tek egemenliğe ve tek vatandaşlığa gidiş içerdiğini hatırlatan Taçoy, bugün Kıbrıs Rum Kesimi’nin tek başına idare ettiği bir yönetimini herhangi bir şekide bozup bizi buna dönüşümlü başkanlık sistemi içerisinde ortak yapacak hakkı asla kabul etmeyeceklerini ifade etti.
1968’den günümüze geçen süre zarfında bir yılgınlık ve bir psikolojik yorulma, “exhaustion” yani bir tükenmiş sendromu yaşanmaya başladığına dikkat çeken Özersay ise, farklı tekniklerle ve farklı yerlerde bütün diplomatik yöntemlerin, farklı siyasi görüşlerden liderlerin katılımıyla denendiği ve tüketilmiş olan bir süreçten geçildiğini ve gelinen noktada aslında daha farklı bir çözüm modeli diye birşeyin tartışılma noktasına geldiğini, aslıında şartların bunu ortaya çıkardığını açıkladı. Kıbrıs Rum siyasi liderliği kendi düşüncesi ile daha farklı bir çözümü de ben görüşmeye hazırım dediğini ve Pandora’nın kutusunu kendisinin açtığına dikkat çeken Özersay, BM’nin Kıbrıs’ta dahil oluşuna dayanan tarihçesine baktığımızda, ilk kez iki toplumlu, iki bölgeli siyasi eşitliğe dayalı federal çözüm dışında bir çözüm öneriniz var ise gelin konuşalım diyebildiğini vurguladı. Özersay daha farklı bir çözüme ihtiyacımız var politikasının doğru olabileceğini ama politikanın kendisinin nasıl şekillendirildiğine bakmak gerektiğini, bir çözüm ile birlikte elde edilebilecek uluslararası statüyü veya egemen eşitliği çözümden önce bir önşart olarak konulursa bunun doğal olarak uluslararası aktörler ve diplomatlar nezdinde acaba başlamasını mı istemezler müzakerelerin de kendi müzakere çerçevelerini önşart koymak gibi bir durum ortaya çıkardılar düşüncesini tetiklediğini belirtti. Aynı şekilde Kapalı Maraş’ın Kıbrıs Türk yönetimi altında açılması politikasının öncesi ve sonrasının da iyi tasarlarnması halinde doğru ve başarılı bir politika olabileceğine değinen Özersay, ancak bugün gelinen noktanın bu olmadığını belirtti. Doğal gaz konusunun ise diğer iki konuya göre nisbeten sadece politikanın doğru olmasının değil uygulamada da genel anlamda ana hatlarıyla doğru yürütüldüğünü söyleyebileceğini, bu politikanın uygulanmasında sadece defansif değil, Türkiye’nin deniz yetki alanlarını ilan ederek bunun içerisinde lisans almaya çalışan, KKTC ile birlikte blogları ilan eden, kazıyı fiilen yapabilmek için kendi kazı gemisini alan bir yaklaşımla karşı tarafın dengelendiğini ifade etti.
Bugün yaşadığımız bütün çelişkilerin özetinde Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili politikalarının istikrarsızlığı yattığını düşündüğünü ifade ederek sözlerine başlayan Akar, 1974 Barış harekatından hemen sonra 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulduğunu, bunun ne BM ne de dünyanın başka bir yerinde ayrılıkçı, bölücü, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni parçalamaya yönelik olarak değerlendirilmediğini ve bu sayede merhum Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın 1977 ve 1979 yıllarında iki tane Doruk Antlaşması imzalayabildiğini, burada Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığının ve bağımsızlığının kabul edildiğine ve Maraş’ın Kıbrıs sorunu çözülmeden verilmesinin kabul edildiğini, şimdi ise Maraş Vakıf malı mı değil mi diye aslında kendi kendimizi aldatmaca ve iç siyasete yönelik bir tavır izlediğini, ayrıca 1983’te ayrı devlet ilan edilmesinden bu güne Kıbrıslı Türklerin hayatında veya Kıbrıs politikasında herhangi bir değişiklik olmadığı ifadelerinde bulundu. Akar, 2003’te kapıların açıldığını ve 2004’te Annan Planı referandumu olduğunu, Türkiye desteği ile Kıbrıs Türklerinin kabul ettiği planı Rumların reddetmiş olduğunu, buna rağmen bir hafta sonra AB üyesi yapıldıklarını, 1960 Garanti Antlaşmaları’na göre garantörlerin üye olmadığı herhangi bir birliğe Kıbrıs’ta tarafların tek başlarına giremeyeceklerinin net olduğu halde Türkiye bunu veto etmediğini belirtti. Sonra ne oldu da Kıbrıs politikasında şahinleşildi diye sorgulayan Akar, bunun cevabının Rum tarafının federal çözüme yaklaşmaması olduğunu belirtti. 27 Haziran 2019 tarihli İngiltere’nin ünlü Times gazetesinin bir haberinde önemli bir itiraf bulunduğuna dikkat çeken Akar, doğal gaz yatakları 2003 yılında çizilen ve uluslararası kabul gören münhasır ekonomik bölge sınırları içinde olduğunun belirtildiği, yani Rum tarafının Annan Planı görüşmesi yaparken meğer 2003 yılında bu doğal gaz yataklarını kendi egemenlik sınırları içerisine alan her türlü girişimi uluslararası düzeyde yapmış ve kabul görmüş olduğunu açıkladı.
Kıbrıs sorununda çözüm arayışlarının yeniden kilitlendiği bir dönemde olduğumuzu belirterek sözlerine başlayan Batıbay ise, bu kilitlenmenin nedenini 1963’te başlayan Kıbrıs hükümetinden ayrılması ya da atılması olarak başlayan siyasi eşitsizliğin zaman içerisinde Türk tarafının aleyhinde güçlenmesinde gördüğünü, Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıs adına 2004 yılında AB’ye girişinin siyasi eşitsizliği artıran bir gelişme olduğunu, bir de 2016’dan bu yana Türkiye’nin gerek ABD gerek ise AB, yani Batı ile olan ilişkilerinde artan sorunlar paralelinde Doğu Akdeniz ve bölgedeki artan yalnızlığının Rum tarafına geniş bir hareket alanı sağlamasıyla bu siyasi eşitsizliğin iyice artması sonucunda 1977-79 antlaşmalarından bu yana 40 kusur yıldır üzerinde konuşulan, tartışılan, iki bölgeli iki toplumlu federasyon tezini artık Rum tarafı terk etmiş göründüğünü, öyle federasyonun gerektirdiği uzlaşıları ya da tavizleri vermek yerine Kıbrıs sorununu adadaki iki toplum arasındaki bir sorundan, Türk tarafının Batı ile olan bir sorunu olarak dönüştürmek için elverişli bir zemin oluştuğunu, Rum tarafının lehine işlediğini düşündüğü bu statükoyu sürdürüyor olduğunu ifade etti.
Türk Dış Politikasının Alternatifleri
Maraş konusunun çözülebilmesi için üç tane alternatif bulunduğunu belirten Sözen, bunların birincisinin kapsamlı çözüm olduğu, ikincisinin BM şemsiye altında BM kararları ile sadece Maraş’ın değil Maraş’la beraber başka konularında beraber ele alınacağı bir paket olduğunu ve bir üçüncü alternatifinin Taşınmaz Mal Komisyonu’nu etkin çalıştırıp onun maarifetiyle davaları AİHM’ye gitmeden çözmek olduğunu açıkladı. Maraş’ı sadece askeri bölge olmaktan çıkarıp Taşınmazı Mal Komisyonu’nun yetki alanına verilmesinin yeterli olmadığı konusunda uyarıda bulunan Sözen, Taşınmaz Mal Komisyonu’na çok ciddi bir maddi katkı koyulması gerektiği belirtti. Elinde bir sihirli değnek olsa içinde kapalı Maraş’ın, Kıbrıslı Türklere doğrudan uçuşların, hidrokarbonun, ve Türkiye’nin deniz ve hava limanlarını Kıbrıs Rum Tarafına açabileceği kapsamlı bir paketin tartışılmasını ve hayata geçmesini saplayacağını belirten Sözen, bu başarılı işbirliğinin giderek başka alanlara da yayılacağını ve kapsamlı bir çözümü de tetikleyebileceğini düşündüğünü ancak böyle bir girişimin çok ciddi bir diplomatik hazırlık ve kampanya gerektirdiği ifadelerinde bulundu.
Esas sihirli kelimenin Kıbrıs sorununda karşılıklı kabul edilebilir çözüm olduğunu ve bunun BM parametrelerine bağlı içinde siyasi eşitlik ve iki bölgeli iki kurucu devlet olan bir çözüm modeli olduğuna işaret eden Soyer, Maraş konusunun da ele alınması gerektiğini, ancak bunun sağlıklı bir şekilde gündeme alınarak ve uluslararası hukuka saygılı bir şekilde yapılması gerektiğini vurguladı. Soyer, Maraşlı Rumların Taşınmaz Mal Komisyonu’na başvurularının Maraşın evkaf malı olduğuna dair mahkeme kararına atıf yapılarak reddedilmesi üzerine AİHM’ye gitme konusunda girişimler yapması ve bu konuda AİHM’nin Türk tarafının uyarması üzerine Maraş açılımının gündeme geldiğini, ancak iç siyaset aracı olarak kullanıldığını, bunun doğru usulünün ilgili kararlarında yetkili olduğun belirten BM ile koordineli bir şekilde yapılması olduğunu, buraya gelip malını işletecek olan insanların statüsünün ve hukuk güvencesinin ne olacağı, yönetime nasıl katılacaklarının ve hangi yönetim mekanizmasına bağlı olacaklarının iyi planlanması gerektiğini sözlerine ekledi.
Kendi içimizde birçok tartışmaya yol açan Maraş konusunun bir örneğinin Mısır’da vakıf mallarına açılan davalar olduğununa işaret eden Taçoy ise, bu konuda Türk tarafı için üç tane seçeneğin olduğunu, ya Maraş’ın turistik gezilere açılacağını, ya uluslararası arenada çok büyük bir tepkiler alarak yıkılıp yeniden ihsan edileceğini, ya da bugün olduğu gibi bir şekilde açılıp Tazmin Komisyonu’na devredileceğini açıkladı. 2015 yılında Kıbrıs Rum Kesimi ekonomik sıkıntıya girdiği zaman, ekonomik açılımın gerçekleşebilmesi için üslerin bir kısmını eski maliklerine devrettiğini hatırlatan Taçoy, Türk tarafının Maraş açılımında mazaretinin ortada olduğunu, hem hakkını kaybedenlere haklarının verilmesi, hem de ekonomik anlamdaki gelişmelerin sağlanması için buranın açılmasının şart olduğunu, ancak bir adımın daha olduğunu, bireylere sağlanan imkanın eğer varsa eksiklerini tamamlanması suretiyle bir adım ileriye taşınması gerektiğini, Maronitlere ve burada yaşayan Rumlara sağlanan imkanın bir adım ileriye taşınarak, haklarının daha uygulanabilir, daha görülebilir, daha yaşanabilir bir hale getirilmesi gerekli olduğunu ancak bu şekilde o insanlar gelip buralarda yaşam alanı talep edebileceklerini ifade etti.
Özersay, kategorik olarak başka bir ortaklık şeklini reddeden bir yaklaşım yerine, daha evrimsel ve daha zamana yayılmış bir ortaklık tarifi yapılmasının çok daha gerçekçi, çok daha uygulanabilir bir model olabileceğine, bunun da daha geniş bir perspektif ve paketler üzerlerindeki pazarlıklar ile yapılması gerektiğine, özellikle doğal gazla ilgili olarak eğer bugünden başlayacak bir işbirliği tarafların birbirlerinin statülerine halel gelmeyecek şekilde tarif edilebilirse, mesela nasıl ki herhangi bir tanımı olmaksızın Kıbrıs sorununun çözümü için bir uluslararası Kıbrıs Konferansı’nda bir araya gelip gayri resmi olarak konuları tartışabiliyorsak, uluslararası gayri resmi doğal gaz konferansında bir araya gelip bu diyalog sürecini başlatmayı zorlamak gerektiğini, eğer başka devletlerin de haklarını ilgilendirdiği düşünülüyorsa bölgesel bir gayri resmi uluslararası toplantı organizasyonuyla yapılabileceğini, bir diğer yolun ise bugün bu süreçlerin içerisinde yer almış olan, angaje olmuş olan, uluslararası şirketler üzerinde bu işbirliği modeli şekillenebileceğinin, böyle bir işbirliğinin zaman içerisinde güvenin oluşmasını sağlayacağını ve ucunun evrimsel ortaklığa (“evolutionary partnership”) doğru devşirebileceğinin, bugün içinde bulunduğumuz şartlarda bu yöntemin gerçekçi bir çıkış yolu olabilir diye düşündüğünü belirtti.
Akar ise devamlı olarak Türkiye aleyhine orada burada yayınlar yapan bir gazeteci arkadaşının, birkaç yıl önce Rum tarafındaki üç siyasi parti lideri ile bir yemeğe oturduğunu ve yemekte dürüstçe üçüne de, asker tamamen çekilse Kıbrıs’tan, bütün topraklarınızı geri versek, federasyona evet dermisiniz diye sorduğunda üçünden de hayır cevabını aldığını ve federasyon asla olmayacak dediklerini söylediğini açıklayarak, ne ENOSİS (Yunanistan’a ilhak) olur, ne de Türkiye’ye taksim olur diyen Doruk Antlaşmalar’ına rağmen bir çözüme gidilmediğini, çünkü iki kesimin de çözümü bu şartlarda aslında kendi iç cephelerinde siyasi çıkarları doğrultusunda değerlendirdiğinden sakıncalı gördüğünü, şu an yaşadıklarımızın yine iç tribünlere oynama siyasetinin bize kurduğu darbe olduğunu, aslında Türkiye’nin Rumları federal çözüme zorlayıcı politikalar geliştirmesinin lazım olduğunu belirtti.
Batıbay ise statüko’yu acaba Türk tarafı olarak tek taraflı davranışlarla değiştirebilir miyiz, değiştiremez miyiz diye düşünülmesi gerektiğini İşviçre’deki müzakere sürecinin kopmasından beri çeşitli vesilelerle dile getirdiğini vurguladı. Tek taraflı yapılabilecek seçeneklerin birinin adada yapılabilecekler olduğu belirten Batıbay, bunların Taşınmaz Mal Komisyonu’nun bugünkü KKTC topraklarında yaklaşık %74’ü Rum malı olan mülkleri Türkleştirmek ve Avrupa hukukuna göre gönüllülük esasına göre kamulaştırmak için sağladığı fırsatın değerlendirilmesi, Maraş’ın Türk yönetimi altında askeri bölge olmaktan çıkarılarak Taşınmaz Mal Komisyonu’nun görev alanına devredilmesi, ve Maronitler’in terketmiş olduğu köylerine dönmesine imkan verilerek KKTC’nin çoğulculuğunu pekiştirilmesi olarak ifade etti. Uluslararası alanda yapılacaklar konusunda ise Batıbay, iki devlet formülünün hiçbir başarı şansının olmadığının bilinmesi gerektiğini, ben iki devlet istiyorum demenin, ben Kıbrıs’ta çözüm istemiyorum yani statükonun devamından yanayım demek olduğunu, aslında Rum tarafının federal çözüm istemediğini çünkü zamanın lehine işlediğini düşündüğünü, ama uluslararası toplum ile uyumlu hareket eder gibi davranabildiğini, buna bizim politikalarımızn olanak verdiğini, bunu değiştirmek için iki şey yapılabileceğini, siyasi irade gösterek yoğun, kısa dönemli ve son tarihi belli bir müzakere sürecinde Federasyonu görüşmeye hazırız ve ikinci olarak ta bunun ucu açık değil, eğer Rum tarafı yine uzlaşmazsa, o zaman Türk tarafı üzerindeki kısıtlanmaların kaldırılmasını önceden kabul edilmesini istiyoruz denmesi gerektiğinin altını çizdi.
Devrim ŞAHİN