[YouTube söyleşi video ve tam metin deşifresi]Prof. Dr. Serhat Güvenç İle Akademik Söyleşi
Münih güvenlik konferanslarını düşündüğümüzde, tahmin ediyorum ki 2007’de Putin’in damgasını vurduğu konferanstan beri o ayarda bir ses çıkartan bir Münih Güvenlik Konferansı’na tanıklık etmedik. Orada Putin’in yaptığı açıklama Rusya’nın daha sonra izleyeceği politikanın da ipuçlarını veriyordu. Fakat batılı gözlemciler Putin’i o dönem yeterince ciddiye almadıklarını ve hata ettiklerini söylediler. Aradan geçen zaman içerisinde bir daha, en azından bugünden baktığımızda, dünya siyasetine o denli etki açıklamaların yapıldığı, konuşmaların gerçekleştiği bir Münih Güvenlik Konferansı’na daha tanık olmadık. Bu seferki konferansın açılış konuşmasını yapan Almanya Cumhurbaşkanını Steinmeier’in bu “Batısızlaşma” diye ortaya attığı, açıklanmaya muhtaç ve henüz net bir içerik kazanmamış kavram damgasını vurdu. Yani sanıyorum ki; Steinmeier’in “Batısızlaşma”dan kast ettiği aslında “Avrupasızlaşma.” Yani Avrupa’nın giderek dünya siyasetinin merkezinden uzaklaşarak, marjinal çeper bir konuma savrulmasıydı. Bu anlamda aslında önemli dünya meseleleri tartışılırken ve halledilemeye çalışılırken, Avrupa’nın sesinin ve sözünün çıkmaması veya çıktıysa da yeterince ciddiye alınmamasının serzenişiydi. Yine kıta Avrupa’sından bakıldığında; Macron’un yalpalayan Avrupa Birliği projesine kendince içerik kazandırma arayışları damgasını vurdu. Tabi Avrupa savunmasında elini eteğini çekecek bir Amerika’nın yaratacağı boşluğu, Avrupa’nın kendisinin doldurması fikrinde. Bu Fransa ve Almanya’ya bu anlamda bir önderlik rolü biçiyor. Ama Macron’un dile getirdiği bu projenin ya da düşüncenin henüz yeterince taraftar toplamadığını da biliyoruz.
Özetle; Avrupa cephesinden baktığınızda Münih Güvenlik Konferansı malumun ilanı oldu. Avrupa dünya meselelerinde yok. Ekonomik ağırlığını; siyasi, diplomatik ve askeri nüfusa dönüştüremiyor.
Dolayısıyla zaten 28 ülkenin ya da 27 ülkenin (İngiltere’yi dışarıda bırakırsak) oylaması ile dünya meseleleri hakkında yapılan açıklamalarda sade suya tirit niteliği taşıyorlar. Bu anlamda da sadece Avrupa Birliği standart herhangi bir meselede kaygısını ifade etmekle yetinmek zorunda kalıyor. Alt alta topladığınızda; Avrupa açısından dünya güvenliği anlamında bir sıklet düşüklüğünü ifade ediyor. Bunu Steinmeier “Batısızlaşma” diye tanımladı ama Batısızlaşma söz konusu değil. Yani ABD aslında dünya siyaseti açısından hala önemli. Eskisi kadar olmasa bile önemli. Artık o Amerikan hakimiyetindeki dönem kapanmış olsa da halen Amerika’ya rağmen ya da Amerika’sız herhangi bir dünya meselesini halletmeniz mümkün değil.Sorun şu ki; Amerika aynı zamanda bir pasifik ülkesi. Dolayısıyla Amerika dikkatini Avrupa’dan pasifiğe yönelttiği zaman; Avrupa’nın oluşturduğu batının önceliği azalmış oluyor. Yoksa ABD batının bir ülkesi, batılı bir ülke. Ve daha çok batılı ülkelerin ideolojik ve siyasi olarak bayraktarlığını yaptığı liberal sistemin de hala en önemli bir aktörü. Almanya’nın çaresizliği ise çıkarına işleyen bu liberal batı sisteminin sürdürülmesi ve nasıl sürdürüleceğini bilememesi. Almanlar rahatlığa çok alışmışlardı. Avrupa’nın güvenliği ABD’ye ihale edilmişti. Almanlar güvenlik meseleleri ile uğramak zorunda kalmıyorlardı. Bunun külfetinin de kendi paylarına düştüğünü düşündüklerinin ötesinde taşımak gibi ihtiyaçları yoktu. Şimdi iş başa düşünce; bu paradigmanın yenilenmesi gerektiği ortaya çıktı. Almanya’nın çaresizliği de bu. Küresel ekonomik sistem devam etsin ama sistemin devamı için Amerika eskisi kadar yük almak istemiyor. O zaman Amerika’nın bıraktığı boşluğu kim dolduracak? İki tane adayımız var. Bir tanesi Çin. Çünkü o da belki Almanya’dan da daha çok bu sistemden küresel olarak nemalanıyor. Almanya’nın nemalanması Avrupa’daki ekonomik üstünlüğünden kaynaklanıyor. Bu iki sistemden en çok faydalanana iki ülkenin liberal uluslararası sistemin istikrarlı biçimde sürmesi için bir şeyler yapması lazım. Çin şu an biraz daha edilgen bir role razı gibi gözüküyor. Ama bu arada askeri açıdan da güçleniyor. Almanya ise; yeni bir rol oynayacaksa da rolü nasıl oynayacağını tartışmayı kabul edemiyor. Aslında tartışmaya başlamaları gereken şey bu ama güvenlik meseleleri Almanya’da tabu olduğu için bu açıdan bir tıkanıklık var.
Sonuçta ortaya da “Batısızlaşma” gibi bir kavram çıkıyor ki bu kavramın Çin’i rahatsız ettiğine şüphe yok.
Münih Güvenlik Konferansı’nda Çin’den gelen konuşmacıların yaptığı konuşmalarda; Batı veya Avrupa merkezli anlamlandırma çabalarının karşılaşılan sorunları sistematik olarak çözmeye yetmeyeceği eleştirisi vardı. Burada Avrupa’nın kendine çeki düzen vermesi gerektiği ihtiyacı da teslim edilmiş oluyor aslında. Sorun ne peki? Yani 18., 19.yüzıldan itibaren Avrupa merkezli yeni bir dünya kurgulanır gale gelmişti. Bu sistem Avrupa merkezli insanlara; güvenlik, kimlik, refah ve barış sağlama konusunda fazla şey vadeden bir sistem olageldi. Bugün baktığımızda; daha fazla zenginlik, özgürlük ve güvenlik sağlama konusunda Avrupa’nın da böyle bir vaadi kalmadı, geçmişe kıyasla çok daha zayıf durumda. Avrupa bu arada soğuk savaşın bitişinden sonra sivil güce ağırlık veren bir yaklaşım benimsedi. Bu düşük maliyetliydi ve daha kabul edilebilirdi. AB’nin kendine biçtiği normatif güç olma kimliği ile de bağdaşıyordu. Özellikle Arap ayaklanmaları sonrası yaşanan gelişmeler gösteriyor ki; AB’nin kendisine de bu taşıyıcısı olduğu normlar konusunda zaman zaman tavizler verebiliyor. Bunun en son örneğini de sonuçlarını yaşadığımız Türk Yunan sınırında yaşanan hadiselerde görüyoruz. Merkel’in bizzat gelip kurtardığı göç anlaşması aslında Avrupa’nın normatif güç olma iddiasını ciddi şekilde aşındıran bir hareketti.
Bu normatif güç, sivil güç, yumuşak güç iddianız zedelendiğinde; askeri gücünüz yok oluyor.
Avrupa hızlı biçimde dünya siyasetinin merkezinden de savrulmuş oldu. İngiltere de bu arada; “Ben kendi yolumu çizeceğim,” dedi. “Batısızlaşma” diyorsunuz ama İngiltere batılılığın da bir parçası. Dolayısıyla “Batısızlaşma” kavramına bir anlam yükleyebilmek açısından; İngiltere’nin Atlantikçi bir yol mu, orta yol mu izleyeceği yoksa Avrupa ile her şeye rağmen ilişkilerini yakın ama yeniden tanımlanmış bir şekilde sürdürüp sürdürmeyeceğini bekleyip görmemiz lazım. Burada bu normatif güç iddiasının örselenmesinin Avrupa’yı da çaresizlikle karşı karşıya bıraktığını da söylemek lazım. Çünkü yapabilecekleri sınırlı. İşte tepki olarak da bir duvarlar arkasına Avrupa’yı hapsedip statükocu bir aktör olmak var. Bugünün dünyasında statükocu aktör olmanın yani olanı muhafazaya yoğunlaşmanın kendi içinde bir tutarlılığı olabilir. Avrupa’daki ülkelerin yaşadıkları sorunları göz önüne aldığınızda; dünyanın geri kalanını tanımlanırken sırça köşklerde oturmaya benziyor bu. Avrupalı siyaset seçkinleri kamu oylarını pek hazırlamadılar.
Dolayısıyla Amerika’nın sağladığı güvenlik şemsiyesi nedeni ile refaha ayırdıkları kaynakların bir kısmını savunmaya, güvenliğe ve dünyayı istikrara kavuşturmaya ayrılması lazım. Böyle bir irade olmadığı sürece de; sanıyorum biz bu “Batısızlaşma” ekseninde tartışmayı yürütmeye devam edeceğiz.
Almanya politikasına çok hakim değilim ama Merkel’in kendinden sonrasını kurgulamaya yönelik mühendislik çabalarının çöktüğünü söyleyebilirim. Almanya aslında bugün savunmaya harcadığı tutarları bile verimli kullanamıyor. 2 ay önce çıkan raporlarda görüyoruz ki; Alman silahları kuvvetlerinin elindeki imkan ve kabiliyetlerin çok küçük bir bölümü gerçek anlamda, harekette kullanılabilir gibi gözüküyor. Almanya’nın bunu halletmesi lazım. Bir ülkenin askeri güç seçeneğini dış politikasında dışlaması başka bir şeydir. Kendini savunmak içinse; edindiği silah sistemlerinin sadece %10 ya da 20’sini kullanabilir durumdaysa bu ciddi bir sorundur. Almanya’nın askeri olarak sivrilmesi, ön plana çıkması son tahlilde geçmişteki durumlardan ötürü Fransa başta olmak üzere, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’u ürkütebilir. Polonya gibi komşularını da ürkütebilir. Ama burada 40 katır mı 40 satır mı durumu var. ABD çekiliyor ve dünya kimilerine göre çok kutupluluğa, kimilerine göre ise 2 kutupluluğa eviriliyor. Öyle ya da böyle Avrupa’nın bir şey ifade edebilmesi için güvenliği konusunda daha fazla yük taşıması lazım. Yükü taşımasına katkıda bulunabilecek ülkelerden biri İngiltere’ydi; ayrıldı. Buna İtalya, Fransa, Almanya ve belki İspanya’yı katabilirsiniz. Bir ölçü de 5. Ülke olarak Polonya’yı ama Polonya’nın taşıyabileceği yük belli. İtalya; yaşadığı problemler nedeni ile askeri katkı bakımından azımsanmayacak bir ülke. Ama İtalya’nın burada bir bayrak taşıyıcısı olması mümkün değil. Fransa’nın ise; her ne kadar Macron bunu Avrupa projesi gibi lanse etse de, küresel aktör olma ve bunu Avrupa’dan devşireceği güce dayandırma gibi bir evrimi var. Almanya’nın ise sicili var. Ortaya siyasi bir iradenin çıkması lazım. Şu ana kadar kamuoyları ve veya seçkinler; büyük bir güvenlik krizi yaşamamış olmaları nedeni ile durumun vahametinin farkında olmayabilir. Burada Maastricht Anlaşması’ndan beri Avrupa entegrasyonunun, seçkinlerin yönettiği bir proje olmaktan çıktığını da vurgulamak lazım. Eskiden; seçkinlerin yürüttüğü ama kamuoyunun da rıza gösterdiği bir meşruiyeti vardı. Entegrasyon daha çok fayda sağlıyordu. Bunun nimetlerinden faydalandığı sürece de, kamuoyları entegrasyon projesine ses çıkartmıyordu. Bu paradigma bitti. Yerine ise yeni bir şey konmadı. Sonuç olarak; seçkinler ve kamuoyu arasında da geçmişe göre bir inandırıcılık ve güven sorunu var. Daha fazla refah, daha öngörülebilir gelecek ve daha fazla istikrar bekleyen kamuoyunu bizim silahlı savunmaya para ayırmamıza ikna etmek zor ve bu halledilebilecek bir mesele değil. Daha da önemlisi; NATO, ABD ve AB; askeri anlamda uzunca bir müddet Avrupa’nın çevresindeki bölgelerde ve bir ölçüde Afrika’da istediği gibi hareket etti. Yani belki çok büyük değildi ama batı; yapılan askeri küçük ölçekli harekâtlarda da kimseyi umursamadı. Kosova müdahalesi bunun dönüm noktasıdır. Münih Konferansı’nda şikâyet edilen konularda bir tanesi de batının eskisi kadar rahat askeri müdahalelerde bulunamadığıydı.
Aslına bakarsanız; 2011’deki Libya’ya müdahale, batının başkalarını dikkate almaksızın yürütebildiği son askeri operasyon oldu. Bir daha Libya ayarında bir operasyon yürütmesi de mümkün değil. Batının soğuk savaş sonrası müdahale ettiği coğrafyalara baktığımızda; Afganistan’da geçen hafta Taliban’a ülkeyi devretmek için, 20 yıllık bir savaştan sonra, Amerika ile Taliban masaya oturdu. İyi kötü bir anlaşma imzaladı. Irak’ın içler acısı durumunu ise görüyorsunuz. Libya ve Kosova müdahalesi; Avrupa’nın günahının Amerika’ya göre çok fazla olduğu müdahaleler. O coğrafyaya gelmişken, bir de batı Balkanlara yönelik genişlemenin Macron’dan engellenmesini düşünmeniz sorun yaratıyor. Batının son 20 yılda dünyayı ve yakın çevresini tasarlama girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığını hepiniz görüyorsunuz. O zamanlarda bir esin kaynağı olan batının, aslında çok da matah bir şey değilmiş gibi düşünülmesinin “Batısızlaşma” kavramını karşımıza çıkardığını görüyorsunuz. Batılılaşma; daha iyiye, daha özgür yaşamaya, daha zengin yaşamaya ve daha istikrarlı bir ortamda yaşamaya yönelik bir adım ve bir yürüyüşü temsil ediyordu. Bugün batılıların müdahaleleri sonucu ortaya çıkan tablo ise; müdahale coğrafyalarında ve batılıların başkalarının batılılaşma projesine sürekli ket vurması olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yanında Avrupalılaşma literatürü vardı ve bu Türkiye örneğinde bitti. Avrupa Birliği; Türkiye’nin Avrupalılaşması yönünde, Merkel ve Sarkozy gibi liderler aracılığı ile elinden geleni arında koymadı. Bu marjinalizasyon ya da marjinalize olduğu hissi; Avrupa açısından şaşırtıcı değildi, hatta kaçınılmaz bir durumdu.
Sonuç olarak; bir stratejik vizyon edinmediği sürece, Avrupa’nın bütününü ilgilendiren bu debelenmeler devam edecek. Bu arada dünyanın değişik yerlerindeki güç dinamikleri de çok çok hızlı değişiyor.
Pasifik coğrafyasına baktığınızda; burada Avrupa diye bir aktör yok. ABD var ve Japonya 2.Dünya savaşı sonrasında Almanya’ya benzer bir şekilde kendi anayasasına koyduğu kısıtlarla askeri bakımdan hamleler yapıyor. Burada da yeni bir jeopolitik rekabetin oluştuğunu görüyorsunuz. Bu noktada; Türkiye’nin yakın coğrafyası yani Suriye krizini düşünün. Bu kriz; Avrupa’yı doğrudan etkileyen bir hal almış durumda. Ama Avrupa’nın bu konuda kullanabileceği herhangi bir enstrümanı da ortada gözükmüyor. Bırakın dünyaya şekil vermeyi, dünya güvenliği konusunda söz sahibi olmayı, kendi yakın çevresi ilan ettiği bölgelerde bile ortaya çıkan somut meselelere verebilecek bir yanıt geliştirmede zayıf ve yetersiz kaldığını görüyoruz.
Şimdi Avrupa Birliği; Türkiye gibi bir adayı olan bir ülkenin Doğu Akdeniz’deki politikalarını bile etkilemekten aciz durumda. Etkilemeyi bir yana bırakalım; ona gösterdiği üyeleri ile dayanışma adına tepkisi bile, sonuç alıcı ve anlamlı değil. Bu da bir çaresizliği gösteriyor. Libya’ya geçersek; bir Sofya operasyonu vardı ve bu Avrupa Birliği’nin yürüttüğü bir deniz harekatıydı. Bu harekat; Orta Akdeniz’de Libya kaynaklı göçü engellemek üzerineydi. NATO’nun da aynı bölgede faaliyet göstermesinden o dönem AB çok hoşnutsuzdu. Burası bizim, burada biz görev yapıyoruz, NATO’nun ne işi var? Derken, görevi bitirdiler. Şimdi canlandırıp, Libya’ya uygulanan silah ambargosunu denetlemeye çalışıyorlar. Ama bir türlü o sinerjiyi yaratamıyorlar. Parçalar; bir bütün parçalarının toplamından daha önemlidi. Şimdi Avrupa Birliği de bu parçalardan bütünü yaratamıyor. Yaratamadığı için de o parçaları alt alta topladığınızda, bütünün yaratacağı etkiyi sağlayamıyor. Sıkıntı bu. Baktığımızda; Avrupa’nın Doğu Akdeniz’de etkili olabilecek enstrümanlar geliştirme konusunda da sıkıntı yaşadığını görüyorsunuz. İngiltere bir deniz gücü olarak zaten Avrupa Birliği’nden çekilmiş durumda. Üstelik geçtiğimiz sonbaharda biliyorsunuz İran tankerine de el koydu. İngiltere bir AB değil ama Avrupa deniz görev gücünü oluşturmak ve tankerlere eşlik etmesi amacı ile bir görev gücü oluşturulamadı. Burada Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hamlelerine donanma ile karşılık veren bir Avrupa donanma gücü oluşturulması gibi çok iyimser fikirler de var. Şu ana kadar bunların ortaya çıkmadığını görüyoruz. Türkiye’nin tam güneyindeki Kıbrıs merkezli enerji tartışmaları ya da doğal kaynak tartışmaları bağlamında İsrail, Avrupa Birliği’nden daha önemli bir aktör şu anda. Türkiye ve İsrail; aralarındaki uyuşmazlıkları en azından Doğu Akdeniz’deki meseleyi yönetebilecekleri bir düzeye indirebildikleri takdirde, Doğu Akdeniz’deki bu durumun da büyük ölçüde Türkiye ve İsrail’in lehine gelişebileceğini ön görmek için kahin olmaya gerek yok. Bu iki ülkenin çatışmacı olmayan bir iş birliği yapması Avrupa Birliği’nin oynayabileceği rolü de kısıtlayacaktır.
Biz Avrupa entegrasyonu dersleri verirken; derinleşme ve genişleme nedir konusunda, “ulusüstücülük” ve “hükümetlerarasıcılığı” birbirine zıt iki dinamik olarak kullanırdık. Anayasal antlaşma geçmedikten sonra Avrupa Birliği’nde “ulusüstücülük” bir hayli zemin kaybetti ve “hükümetlerarasıcılık” ön plana çıktı. Bunun da baş savunucusu ve uygulayıcısı Merkel’dir. Böyle bir Avrupa’nın dünyanın geri kalanı ile hükümetlerarası paradigma üzerinden ilişki kurması durumunda; Türkiye gibi ülkelerin çok yatkın ve çok alışkın olduğu güç politikaları üzerinden ilişki kurmaları gerekiyor. Bu da Avrupa Birliği’ne sahip olduğunu düşündüğü ahlaki zemine göre daha aşağı bir konum sağlıyor. Türkiye’den yola çıkarsak; Türkiye’yi ilgilendiren konularda AB ve Türkiye asimetrik pozisyonlarda değil. İkisi birbirine denk kuvvetler. Buradaki çıkarlar da artık daha çok ulusal çıkarlar. Değerler, normlar ya da ulusüstü eğilimler değil. “Hükümlerarasıcılık”; ulus çıkarlarını öne çıkarmayı gerektiriyorsa ve iş ulusal çıkarların bağdaşmasına geliyorsa, AB mekanizmalarının bu noktada zaten çok bir katkısı olmuyor. Aslında Avrupa Birliği’nin açmazlarından biri de bu. Kendi içindeki ulusüstücü ivmeyi yeniden canlandırmazsa; dünyanın geri kalanı ile kuracağı ilişki, egemen devletlerin kurduğu ilişkilerden çok da farklı olmayacak. Bu da AB’yi dezavantajlı pozisyona sokacak. Çünkü tek tek ülkelerin dezavantajlarını düşündüğünüzde, bu parçalar bütüne zarar verecek.
Şu an düşünmüyorum. Bence düşünülmemesi de gerekiyor. Yani Batı Balkanlar’ın üyelik umudunun söndürülmemesi lazım. Türkiye’ye yapılanın onlara yapılmaması lazım. Eğer yeni bir araca dönüşen ve artık miadını dolduran AB’den geriye bir şey kalacaksa; bu Avrupa bütünleşmesinin yeni taşıyıcısı olarak tasarlanmalı. Buradaki zaman, gayret ve enerji sadece Avrupa’yı yeniden tasarlamaya harcanmamalı. Sadece çekirdek Avrupa değil, Avrupa çeperinde yer alacak İngiltere, Türkiye ve belki de Rusya gibi ülkelerle de kurulacak ilişkinin düzenlenmesini zorunlu tutacak bir tartışma süreci bu. Bu yaşanmazsa; yeni üyeler almak, bugün yaşanan krizi daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Röportaj : Yusuf Ertuğral