Almanya’nın Değişen Yeni Dış Politikasının Rolü ve AB’nin Siyasi Geleceği’ ne Etkileri (I)

Yusuf ERTUĞRAL

Giriş

Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan beri, göreceli olarak “uysal” bir dış politika izlemiştir. Ancak Ukrayna’nın Rusya ve Avrupa arasındaki stratejik konumunun da ön plana çıkmasıyla birlikte, son dönemde, Almanya dikkate değer bir değişime ihtiyaç hissetmiş ve bu yönde bazı adımlar atmıştır. Şansölye (Başbakan), Cumhurbaşkanı, Dış İşleri Bakanı ve Savunma Bakanı da dâhil olmak üzere, Alman liderler, son dönemde Almanya’nın uzun zamandır uyguladığı temkinli politikaya karşı çıkan yeni bir çerçeve önerisi geliştirmeye başlamışlardır. Zira Almanya’nın siyasi ve askeri sınırlarının dışındaki bölge ve olaylara daha müdahil olmaya başlaması nedeniyle, uluslararası sistemde daha önemli bir rol üstlenmesi yönünde beklentiler doğmaya başlamıştır.[1]83b7a997310344447c323c56ebae09ef--coat-of-arms-water-colors

Alman liderler, bundan sonraki yeni dönemde dış ilişkilerde daha güçlü bir ses vermek için yeni adımlar atmaya hazırlanırken, Libya’da yaptıkları gibi, gerekirse askeri mevzilenmeden kaçınmayacaklarını da dile getirmeye başlamışlardır. Almanya Başbakanı Angela Merkel, konuyla ilgili kararlı açıklamalar yapmasına rağmen, Alman halkının daha sert bir duruşa hazır olup olmadığı henüz kesin değildir. Ancak ülke içerisindeki önde gelen bazı analist ve yetkililer, ülkenin rolünün yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Ukrayna ve Afrika’daki kriz alarmlarının etkisinin yanı sıra, Amerikan casusluğunun açığa çıkarılmasının ardından Almanya’nın ABD ile ortaklığının tehlikeye düşmesi ve Amerikan yetkililerinin müdahale etmede isteksiz davranmaları da bu kararda etkili olmuştur. Nitekim Almanya eski Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, üç yıl önce dünya liderleri ve savunma uzmanlarının katılımıyla her yıl düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı’nda muhtemel bir değişikliğe dair en sert sinyali vermiştir. Cumhurbaşkanı Gauck, konuşmasında, Almanya’nın şu anki durumunun “şimdiye kadarki en iyi düzeyinde” olduğunu, ülkenin sağlam bir yapıda olduğunu ve bir an önce kararlı bir şekilde ve ciddi anlamda dünya sahnesine adımını atması gerektiğini belirtmiştir. Cumhurbaşkanı’nın Alman anayasasında kanun yapma gücü yoktur, fakat politik tartışmaları yönlendirmesi beklenir. Almanya Savunma ve Dış İşleri Bakanları da, daha güçlü bir dış politika izleme konusundaki arzularını daha önce dile getirmişlerdir.[2]

Almanya açısından, bu radikal bir pozisyon değişikliği bugüne kadar neredeyse hiç gündeme gelmemiştir. Bunun temel nedeni, İkinci Dünya Savaşı’ndaki deneyimler de göz önünde alındığında, Almanya’nın saldırganlık ve milliyetçiliğe korkuları tetiklemek istememesi ve bu konuda aşırı titiz davranmasıdır. Alman liderlerinin özellikle de Ukrayna’da gelişen olaylar sonrası yaptıkları açıklamalardan anlaşılacağı üzere, bu pozisyonun artık sürdürebilir olmadığına karar verilmiş olmalıdır. Çünkü Ukrayna’nın Rusya ve Avrupa arasındaki ilişkilerin gündemine yerleşmesiyle birlikte gelen bu açıklamaların zamanlaması tesadüfi değildir. Berlin’in son açıklamalarıyla dünyada daha iddialı bir rol oynamaya hazır olduğunu belirtmesi ise, Almanya’nın dış politikasında tarihi bir dönemeç yaşanacağını düşündürmektedir. Almanya’nın dış politikasındaki bu radikal değişikliği yapması, ekonomik ve siyasi açıdan değişen dünya konjonktürü açısından da gereklidir.

Avrupa Birliği kamuoyunda yapılan araştırmalarda çıkan bir sonuç şöyledir; İspanyolların % 60’ı, İtalyanların % 75’i, Yunanlıların % 78’i ve hatta Fransızların % 77’si Avrupa entegrasyonunun kendi ekonomilerine zarar verdiğine inanmaktadır.[3] Son 9 yılda Avrupa Birliği’nde cereyan eden ekonomik kriz ve bunun sonucunda ekonomik cephedeki sınırlı başarısı karşısında, Almanya, son yapmış olduğu dış politika atağı ile elindeki tek seçeneğinin Avrupa’yı toparlamak olduğunu kabul etmiş durumdadır. Ancak daha güçlü ve daha iddialı bir Almanya’nın Avrupa kıtasında ve küresel sahnede doğuracağı gerilimler neler olacaktır? Bu analiz çalışmasında, bu konsept doğrultusunda yeni Alman dış politikası “Avrupa’nın geleceğinde Almanya’nın rolü” tartışılacaktır.

Borçlanma Krizi ve Kurtarma Politikaları, mali gücü olan Almanya için Avrupa’da dengelerini nasıl etkileyecek?

Güney Avrupa ülkelerinde art arda yaşanan mali sıkıntılar, Avrupa Birliği ülkelerini daha fazla bütçe disiplini öngören bir Mali Pakt oluşturma noktasına getirmiştir. Mekanizmanın kurallarını belirleyen yeni sözleşmeye, AB’nin 27 üyesinden 25’i onay vermiştir. Ancak pakt henüz yürürlüğe girmemiştir. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile birlikte Mali Pakt’ın önderliğini yapan Almanya Başbakanı Angela Merkel’e göre, Avrupa Birliği hukukunu oluşturan antlaşmaların dışına çıkılarak oluşturulan yeni sözleşme bulunan “ikinci en iyi çözüm”dür. Euro bölgesinde baş gösteren borçlanma krizi nedeniyle bataktaki ülkelerin kurtarılmasına ilişkin önlemler alınırken, bu süreçte, ortak Avrupa kurumlarının değil, mali açıdan güçlü olan Birlik ülkelerinin sözü geçmeye başlamıştır. AB Komisyonu eski Başkanı Jose Manuel Barroso da, Komisyon’un sadece istatistik tuttuğunu ve rapor yazdığını belirterek bu konudaki rahatsızlığını dile getirmiştir.untitledHHHH

Berlinli Siyaset Bilimi uzmanı Profesör Herfried Münkler’in Alman Der Spiegel dergisine verdiği “Daha fazla demokrasi Avrupa’da mutlaka daha iyi bir siyaseti beraberinde getirmeyebilir” şeklindeki demeci dikkat çekicidir. “Demokrasi, Avrupalı seçkinlerin daha iyi saltanat sürmesine yol açmamalıdır” diyen Münkler, “şu anda Avrupa’nın demokratikleşmesini talep edenlerin Avrupa’nın hızla parçalanması ile son bulacak riskli bir oyun oynadığını” belirtmiştir. Demokrasiyi yaşanmakta olan krize bir tepki olarak kullananların bunun farkında olmadığını kaydeden Münkler, “Demokrasinin şu anda Avrupa’da bulunmayan önkoşullara ihtiyacı var” demiştir. Avrupa’nın bir ulus-devlet olmadığına dikkat çeken Herfried Münkler, siyasi ve etnik çıkar gruplarının bulunduğunu kaydediyor. İnsanların Avrupa’ya duyduğu güvensizliğin çok derin olduğunu da söyleyen Münkler, Avrupa Parlamentosu seçimlerine düşük katılımın bunu gösterdiğini de sözlerine eklemiştir.[4]

Almanya ‘İsteksiz Hegemon Güç’ mü?

Almanya ve Fransa, yıllardan beri Avrupa’daki gelişmelerin lokomotifliğini üstlenmişlerdir. Ancak son yaşanan borçlanma krizi, kurtarma politikalarında iplerin mali açıdan daha güçlü olan Almanya’nın elinde olduğunu göstermiştir. Krizde öncü rol üstlenmek durumunda kalan Almanya Başbakanı Angela Merkel, krizdeki ülkeler tarafından yardımlar konusunda sık sık çekimserlik ve kararsızlıkla suçlanmıştır. Daha küçük ülkeler, büyük Almanya’nın görüşlerini kabul ettirmek için bastırmasına kızgınlığını gizlememişlerdir. Ancak borçlanma krizi Avrupa’nın başlıca gündem maddesi olduğu sürece, Avrupa’nın güç ve iktidar merkezinde, başta Alman hükümeti olmak üzere, ulusal hükümetler varlığını devam ettireceklerdir.[5]

 AB-Rusya ilişkileri nereye gidiyor?

Avrupa Birliği, büyüme hızındaki tıkanıklığı atlatmak ve istihdam yaratmak için sanayi sektörüne ağırlık vermeyi kararlaştırmıştır. Avrupa Birliği, 28 üye ülkesine daha fazla katma değer yaratmak ve yüzde ve  % 12’yi bulan işsizlik oranını azaltmak için sınai üretimin artması alternatif arayışı içerisindedir. Avrupa Birliği’nin, Ukrayna krizi olmasaydı son AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nin ağırlıklı konusu endüstri politikası olacaktı.[6] Almanya Başbakanı Angele Merkel, Rusya’nın geri adım atmaması halinde bunun sonuçlarına katlanması gerektiğini belirtmiştir. Batı ve Rusya arasında Kırım krizi yüzünden oluşan gerginliğin etkileri halen daha devam etmektedir. Ekonomi şimdilik krizden etkilenmemiş görünse de, yeni yaptırım kararların alınmasının yatırımcıları etkilemesi beklenmektedir. Olası etkiler neler olabilir?

  • Rusya’ya yatırımlar etkilenecek.
  • Avrupa’da enerji sıkıntısı yaşanacak. (Alternatif enerji kanalları arayışında maliyetler yükselecek)
  • Almanya’da firmalara sert yaptırım nedeniyle masraflar artacak.

AB’nin Siyasi ve Ekonomi Entegrasyonun sağlanmasında tek alternatif Almanya mı?

Avrupa Birliği açısından, gerek siyasi, gerekse de ekonomik olarak entegrasyon sağlaması ve krizden çıkış noktasında tek alternatif Almanya’nın önderliğidir. Fransa ve İngiltere, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Almanya’dan kaynaklı korku reflekslerini sürdükleri takdirde ve Güney Avrupa ülkelerinin Almanya’nın ekonomi yaptırımlarını öfke duymaya devam etmeleri durumunda, Avrupa kıtasında siyasi ve ekonomi istikrar sağlanamayacaktır. Küresel ekonomik krizin Avrupa’ya etkileri, Almanya haricinde, Avrupa’nın sadece ekonomik değil, siyasi geleceğiyle ilgili de çok ciddi riskler ve belirsizlikler yaratmıştır. Avrupa’da siyasi iklim hızla değişmektedir. Modernitenin ve demokrasinin evi olan Avrupa, siyasi geleceğini göremez duruma gelmeye başlamıştır. Sadece Avrupa Birliği’nin değil, tüm Avrupa’nın siyasi geleceğiyle ilgili risk ve belirsizlik tüm kıtayı sarmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin önceki Başkanı Barack Obama döneminde stratejik eksenini ve yeni dış politika merkezini Asya-Pasifik’e kaydırması nedeniyle, Avrupa Birliği, bir yol ayrımına girmiştir.[7] Avrupa Birliği’nin üç büyük dinamiği olan Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler, dış politikalarında giderek millileşme eğilimine girmeye başlamışlardır. Bu bağlamda, Almanya dış politikasının bundan sonraki olası çizgisi, ulusal çıkarlar ve uluslararası koşullar çerçevesinde irdelenmeye çalışılmıştır.germany-1177271_960_720

1980’lerin sonu 1990’ların başında Almanya’nın birleşmesi, başta Fransa ve İngiltere olmak üzere çoğu çevrelerde, “Acaba Almanya yeniden hâkimiyet politikası geleneğine geri döner mi?” sorusunu gündeme getirmiştir. Her ne kadar Alman liderler “güç politikası”nın yerini “sorumluluk” politikasının aldığını ve Alman çıkarlarının AB ve Batı ittifakı içinde olduğunu iddia etseler de, bazı çevreler, Almanların AB’ni sadece kendi çıkarlarını gerçekleştirme aracı olarak kullandığına inanılmaktadır. Yugoslavya krizi, AB ve NATO’nun genişlemesi ile Alman Silahlı Kuvvetleri’nin “out of area” kullanımı konularında, Almanya sadece ulusal çıkarlarını dillendirmekle kalmamış, gücünü ve etkisini kullanarak politikalarını ve tercihlerini ortaklarına kabul ettirmeyi de başarmıştır. Bu nedenle, Almanya’nın orta ve uzun vadede uluslararası ilişkilerde daha çok “Almancı” bir dış politika takip edeceğini söyleyebiliriz.

Nasıl bir Avrupa?

Birleşik Krallık önceki Başbakanı David Cameron, son yaşanan Avrupa Birliği ekonomi krizinin yarattığı belirsizlik için kendi kamuoyuna ve AB üye liderlerine zor bir soru yönlendirmişti; “Nasıl bir Avrupa?”… Avrupa’da her geçen gün artan krizde, “Almanların bakışıyla mı, yoksa İngilizlerin de iddialarında dile getirdiği öncelikler dikkate alınarak mı bir yol haritası çıkarılmalı?” sorusu o dönemde tartışmaya açılmıştı. Brexit sonrası ise söz konusu sorular tekrar gündeme gelerek, tüm tartışma yine krizin tekrardan hatırlattığı, “Nasıl bir Avrupa?” sorusunun cevabında düğümlenmiştir. Brexit öncesinde, Cameron, Avrupa’ya sırtını dönmediğinin ve tam tersi bir istikamette hareket ettiğinin altını çizerek, asıl itirazını “Eğer İngiltere’nin güvenli bir şekilde AB içerisinde kalması gerekiyorsa, öncelikli koşulunun, Avrupa entegrasyonundaki düzenleyici ve tekile doğru gidişe itirazı olduğu” şeklinde ifade ederek: “Eğer tek bir para biriminiz varsa… Ortak bir bankacılık birliğine, ortak bir mali birliğe doğru hareket ederseniz, bunun bizim gibi Euro kullanmayan ülkeler üzerinde ki açıkça söylüyorum, kullanmayı da düşünmüyoruz inanılmaz büyük etkileri oluyor. Yani bizim ait olduğumuz kulüp değişiyor. Biz bunu görmezden gelemeyiz.” demiştir.[8]

Almanya dış politikası, krizlerde son yıllarda pasif bir politikayı izlemeyi tercih etmiş ve bu nedenle eleştirilere maruz kalmıştır. Son gelişen olaylar neticesinde 2013 Münih Güvenlik Konferansı’nda konuşan dönemin Almanya Dış İşleri Bakanı (şimdinin Cumhurbaşkanı) Frank-Walter Steinmeier, Alman dış politikasında değişikliğe gideceklerini belirterek, yeni dönemde daha fazla sorumluluk üstleneceklerini beyan etmiştir. Almanya’nın dış ve güvenlik politikalarında daha erken, daha kararlı ve daha azimli bir şekilde harekete geçmesi gerektiğini söyleyen Steinmeier, üstlenecekleri sorumlulukların da somutlaştırılması gerektiğini ifade eden bir konuşma yapmıştır.  Bu konuşmanın yansıması olarak, Almanya’nın dünya sorunlarına ve Avrupa Birliği’ne bakış açısının bu zamana kadar sürdürdüğü “İsteksiz Hegemon Güç” konsepti etrafında nasıl şekillendireceği AB üyesi ülkelerin kamuoyunda kuşkuyla karşılanmıştır.

Sonuç Yerine: “Berlin Weimar” mı?

Michael G. Roskin, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin birçok ölçüde tam bir başarı öyküsünü taşıdığını, özellikle de anayasası, önde gelen partileri ve ekonomisinin diğer ülkeler ve araştırmacıları tarafından araştırılmayı ve örnek alınmayı hak ettiğini vurgular. Fakat Roskin, bazı gözlemcilerin kusursuza yakın olarak görülen bu sistemin ardında demokrasinin sağlam bir biçimde kökleşip kökleşmediğini merak ettiğini ve “Berlin Weimar mı?” sorusunun dillendirildiğine dikkat çekmektedir.[9] Tüm bu şüphelere rağmen, Roskin, Almanya’nın değişen yeni dış politikasının ardındaki niyeti konusunda örtülü bir niyetinin olmadığını şu analizi ile açıklamaktadır:

Alman demokrasisi sağlamdır. Birleşen bir Avrupa’nın yeni kurumları, Almanları iyi Avrupalılar haline getirmektedir ve önde gelen politikacıların çoğu Avrupa’ya bağlıdır. Alman Ordusu küçüktür (250,000) ve ABC (atom, biyolojik ya da kimyasal) silahları yoktur. Almanya’nın üç Avrupalı komşularının nükleer silahları vardır ve sırf bu bile, Almanya’nın hiçbir zaman savaş yolunu seçemeyeceği anlamına gelmektedir. Almanya, militarizmden zevk almamaktadır, çünkü Alman halkı bunun nelere yol açtığını görmüşlerdir. Almanya, barışçı ekonomi sayesinde eskiden savaş yoluyla elde ettiğinden çok daha fazla şeyi başarmıştır. Weimar benzetmesi, günümüz Almanya’sına uymamaktadır.”[10]

Kısa süre öncesine kadar Almanya Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan ve Şubat 2017’de Almanya Cumhurbaşkanı olarak seçilen Frank-Walter Steinmeier ise, Almanya’nın son birkaç yıldan bu yana sergilediği dış politikadaki pozisyonu ve seyrini net bir şekilde şu sözlerle özetlemiştir: “Biz Almanlar, masa etrafında bir araya gelmenin her sorunu çözeceğine inanmıyoruz ama silahlanmanın da sorunları çözdüğüne inanmıyoruz.”[11] Başka bir ifadeyle, Almanya’nın ‘ortak noktada buluşmak’ olarak tanımlanabilecek dış politika düşünce anlayışının, mevcut Alman dış politikasının kimliğini oluşturmaktadır.

Söz konusu analiz yazımın devamında, Almanya’da yaklaşan sonbahardaki genel seçimlerini incelemeye çalışacağız. Zira bu seçimler, Almanya için 12 yıl önce yapılan seçimler kadar kritik bir öneme sahiptir. Merkel’in halefi olan Gerhard Scröder, küreselleşmenin Almanya üstündeki etkilerinden endişe duyarken, Merkel ise küreselleşmeyi kaçınılmaz bulmakta ve Alman ekonomisine entegre etmeyi düşünmekteydi. Sonbahardaki seçimler, Bayan Merkel’in 12 yıllık kesintisiz iktidarının sorgulanacağı ve Martin Schulz liderliğindeki sosyal demokratların çıkış yapabileceği önemli bir dönüm noktası olabilir.

 

Yusuf ERTUĞRAL

Euro Politika Dergisi / Genel Yayın Yönetmeni

Bu yazı Uluslararası Politika Akademesi için hazırlanmıştır 26 Nisan 2017’de yayınlanmıştır.

 

 

DİPNOTLAR

[1] “A More Assertive German Foreign Policy”, Stratfor Global Intelligence Geopolitical Weekly, Şubat 2014, http://www.stratfor.com/weekly/more-assertive-german-foreign-policy, (Erişim Tarihi: 24.04.2017).

[2] Alison Smale, “Spurred by Global Crises, Germany Weighs a More Muscular Foreign Policy”, Şubat, 2014, The New York Timeshttp://www.nytimes.com/2014/02/02/world/europe/spurred-by-global-crises-germany-weighs-a-more-muscular-foreign-policy.html, (Erişim Tarihi: 24.04.2017).

[3] “Germany and Europe The reluctant Hegemon If Europe’s economies are to recover, Germany must start to lead”, The Economist, Haziran, 2013,  http://www.economist.com/news/leaders/21579456-if-europes-economies-are-recover-germany-must-start-lead-reluctant-hegemon, (Erişim Tarihi: 24.04.2017).

[4] Bernd Riegert, “Kriz dengeleri değiştirdi”, Deutshe Welle, 08.01.2013, http://www.dw.de/kriz-dengeleri-değiştirdi/a-16465909, (Erişim Tarihi: 24.04.2017).

[5] a.g.e.

[6] Henry Ridgwell & Bernd Riegert, “Avrupa Ekonomisi Krizi Atlatamadı”, Turquie Diplomatique, Nisan 2014.

[7] Doug Stokes & Richard G. Whitman, “Transatlantic triage? European and UK ‘grand strategy’ after the US rebalance to Asia”, Chatham Househttp://www.chathamhouse.org/sites/default/files/public/International%20Affairs/2013/89_5/89_5_01_Stokes_Whitman.pdf, (Erişim Tarihi:04.04.2014)

[8] a.g.e.

[9] Michael G. Roskin (2014), Çağdaş Devlet Sistemleri, 7.baskı, (Çev. Bahattin Seçilmişoğlu), İstanbul, Adres Yayınları, s. 285.

[10] a.g.e., s. 286.

[11] Charlotte Potts,  “2017’ye girerken: Almanya’nın küresel rolü”, Deutsche Welle, 31.12.2016, http://www.dw.com/tr/2017ye-girerken-almanyan%C4%B1n-k%C3%BCresel-rol%C3%BC/a-36939004, (Erişim Tarihi: 26.04.2017).

Total
0
Shares
Previous Post

Almanya’da FDP’ nin (Liberallerin) Dönüşü ve Yeni Dönemde Siyaseti Dengeleme Faktörü

Next Post

Almanya’da Seçimler Sonrası Yeni Dönem ve Yeni Dinamikler

Related Posts